Mitani Krallığı ile Asurlular arasında uzun yıllar süren kanlı savaşların detayları, Ako Mihemed Mirzadeyi'nin Eski Kürt Tarihi adlı eserinden birebir alınmıştır.
Dağların Kralları olarak bilinen Mitaniler, MÖ 1300'lü yıllara kadar Asurlara vergi ve haraç ödemek zorunda kaldılar. Ancak Kral Şazura'nın ölümünden sonra, tahtına geçen oğlu Wasazade ile birlikte yeni bir dönem başladı. Wasazade, Asurlara artık vergi ödemeyeceklerini ilan etti. Bu kararlı duruş, Asurları hem şaşkına çevirdi hem de Mitanilerin eski güçlerine kavuşma ihtimaline karşı endişelendirdi. Mitanilerin yeni kralının bu meydan okuması, iki güç arasında yeni bir savaşın kıvılcımını çaktı. Wasazade’nin amacı, MÖ 1500’lerdeki gibi yeniden imparatorluk seviyesinde bir güce ulaşarak krallığının ihtişamlı günlerini geri getirmekti.
Bu dönemde başlayan çatışmalarla birlikte, Asurlular ve Kürtler silahlarını birbirine doğrulttu ve aralarındaki mücadele beş farklı aşamada gerçekleşti.
MÖ 1809 yılında I. Şamşi Adad-Nirari tahta çıktığında, Asurlar çevrelerindeki şehir devletlerine ve küçük bölgesel yönetimlere karşı saldırılar düzenleyerek bu toprakları egemenlikleri altına almış ve vergiye bağlamışlardı. Böylece, Asurlar ile Kürtler arasında silahların çekildiği kanlı bir dönem başlamıştı. Özellikle Arapha (Kerkük), Arbela (Erbil) ve Kabra gibi Asur şehir devletine yakın Kürt krallıkları, sınırlarını ve topraklarını savunmak için Asur ordularıyla savaşarak ağır kayıplar vermiş ve büyük bedeller ödemişlerdi.
MÖ 1307'de Arik-Den-İli’nin yerine oğlu I. Adad-Nirari geçti ve bu tarihten sonra Asurlar ile Kürtler arasında daha da şiddetli ve yıkıcı savaşlar patlak verdi. Asur tahtına çıkan bu yeni kralın açgözlü, talancı ve savaşçı kişiliği Dağ Krallıkları tarafından biliniyordu. Onun katliamcı niyetlerini bildikleri için Kürt kralları savaşa hazırlanma sürecine hız verdiler. Önce asker toplandı, ardından bu askerler silahlandırıldı ve eğitildi. Her iki taraf da birbirine üstün gelmek için fırsat kolluyordu.
Savaşın sonucu birkaç unsura bağlıydı. Birincisi din faktörüydü, çünkü din, askerlerin savaşa hazırlanmasında güçlü bir araç ve moral kaynağıydı; her şey tanrıların adına yapılıyordu. İkinci önemli unsur ise liderlikti. Krallar ve generaller, askerleri cesaretlendirmek için çoğu zaman savaş ganimetlerini nasıl paylaştıklarıyla etkili oluyorlardı. Asur kralları, her zaman tanrıların adını kullanarak Kürtlere düşmanlık etmiş ve onların sahip olduğu her şeyi talan etmeyi kendilerine bir görev bilmişlerdi.
I. Adad-Nirari de bu geleneği sürdürerek Kürtler için savaş davulunu çaldı. Tanrıların adını anarak askerlerini motive etti ve Dağ Krallıklarına saldırmaya gönderdi. Askerlerine, 'Gidin ve her şeyi yağmalayın! Ne bulursanız bana getirin ve tanrıların adını yüceltin!' diyordu. Böylece talan ve kanla dolu bir dönemin perde arkası yazılıyordu.
O dönemlerde Kürt Krallıkları, Zagros Dağları ve çevresindeki ovalarda güçlü bir konumdaydı. Ancak aralarındaki dağınıklık ve birlikten yoksun olmaları, en büyük zayıflıklarıydı. Her krallık yalnızca kendi topraklarını savunmak için savaşıyordu. I. Adad-Nirari, Dağ Krallıklarına karşı saldırıya geçtiğinde, başlarda kolayca zafer kazanabildi. Bu başarının iki temel sebebi vardı:
1.Ortak bir Kürt ordusunun bulunmaması,
2.Dağ Krallıkları arasındaki güvensizlik ve birbirlerine olan güven eksikliği.
I. Adad-Nirari, Kasis, Kutu, Lulumu, Subaru, Lubidu, Rapiqu ve Eluhat gibi küçük Kürt krallıklarını yenerek vergiye bağladı. Şuru, Khat, Amasaku, Hura, Şaduhu, Nabula, Weşkanu ve Yurdu şehirlerini yıkıp yağmaladıktan sonra yönetimlerini ele geçirerek kendi hakimiyeti altına aldı. Kaşyar Dağı’ndan Karkamış’a kadar birçok bölgeyi fethetti.
MÖ 1300’lü yıllara kadar Mitaniler de Asurlara vergi ve haraç ödüyordu. Ancak Kral Şazura’nın ölümünden sonra tahta geçen oğlu Wasazade ile birlikte yeni bir dönem başladı. Wasazade, Asur Kralı I. Adad-Nirari’ye bir daha vergi ödemeyeceklerini bildirdi. Bu cesur karar, Asurlar arasında şaşkınlık yarattı ve aynı zamanda onları endişelendirdi; çünkü Mitanilerin yeniden eski güçlerine kavuşmalarından korkuyorlardı. Wasazade’nin meydan okuması, Asurlar ile Mitaniler arasında yeni bir savaşın kıvılcımını yaktı.
Mitani Kralı Wasazade, eski günlerdeki gibi imparatorluk gücüne ulaşmayı ve MÖ 1500’lerdeki ihtişamlı dönemlerini yeniden canlandırmayı hedefliyordu. Asurlara karşı direnebilmek ve destek aramak amacıyla Hitit Krallığı’na giderek ittifak teklif etti. Asurların lokması olmamak için Hititlerle güç birliği yapmayı önerdi. Hititler bu teklifi kabul ederek ittifak sözü verdiler ve Kral Wasazade’yi umutla geri gönderdiler.
Hititler, Mitani Kralı Wasazade’ye verdikleri ittifak ve askeri destek sözünü yerine getirmediler. Asur Kralı I. Adad-Nirari’nin bir yazıtında bu ihanet şöyle anlatılır: 'O (Wasazade) Hatilere yardım için gitti. Hatiler ona söz verdiler ve rüşvet aldılar, fakat ona yardım etmediler.' Böylece Hititler, Wasazade’ye verdikleri sözü tutmayarak onu yalnız bıraktılar.
Bu gelişmenin ardından I. Adad-Nirari, ordusunu Mitani Krallığı üzerine sevk etti ve savaş başlattı. İlk hedefleri, Mitani başkenti Taydu’yu ele geçirmekti. Uzun ve zorlu bir mücadeleden sonra Asurlar, Taydu’yu işgal etti. Ardından Amasaku, Khat, Şuru, Nabula, Hura, Şaduhu ve Waşukanu gibi kentleri de ele geçirerek yönetimlerine el koydular.
Kral I. Adad-Nirari, Hanigalbat (Mitani) Krallığı’ndaki şehirleri ve köyleri yağmalayıp talan ettikten sonra Wasazade’yi yakalamakla ilgilenmedi; ancak geride bırakacak hiçbir şey de bırakmadı. Mitani tarihinde birçok cesur ve zeki kral bulunmuştur ve Wasazade de bunlardan biridir. Vatan sevgisi o kadar büyüktü ki, evini, ailesini ve babasından miras kalan her şeyi feda etmeye hazırdı; fakat Asur boyunduruğunu asla kabul etmedi.
Asur ordusu Wasazade’yi ele geçirmek için sefer düzenledi, ancak başarılı olamadılar. Bunun üzerine Kral Adad-Nirari, Wasazade’yi yakalayamamanın hıncını ailesinden çıkardı. Eşi ve çocuklarını esir alarak Asur’a götürdü ve Wasazade’nin adını anmadı. Wasazade’nin yenilgisine neden olan en büyük etkenlerden biri Hititlerin ihaneti oldu. Hititler, başlangıçta ona ittifak sözü verseler de sonunda bu sözü tutmayarak onu yüzüstü bıraktılar. Wasazade’nin düşmanına güvenmesi onun en büyük hatasıydı. Eğer atası Büyük Kirda’nın hikayesini unutmamış olsaydı, düşmana bel bağlamanın yanlışlığını bilecek ve farklı bir yol izleyecekti. Hititlerden yardım istemek yerine Kürt klanlarını ve aşiretlerini bir araya getirmeye çalışırdı.
Asur Kralı I. Adad-Nirari, Mitani topraklarını işgal ettikten sonra bir yazıtta şu sözlerle övünmüştür: 'Ben şimdi yıkılmış bir (Kürt) köşkünün üzerindeyim.' Bu yazıtta bahsedilen köşk, Mitani başkentlerinden Taydu’dadır. Adad-Nirari, köşkü yeniden inşa ettirmiş ve üzerine kendi adını taşıyan bir kitabe koydurarak bunu bir talan sembolü haline getirmiştir.
Asurlar, Kürt şehirlerine baskın düzenlediklerinde kale burçlarına kadar her şeyi yağmalamış ve ele geçirdikleri ganimetleri savaş ödülü olarak görmüşlerdir. Ele geçirilen her şeyi tanrıların hizmetinde kullanacaklarını söyleyerek dinin ve tapınakların bu talanlarda önemli bir rol oynadığını açıkça göstermişlerdir. Yazıtlara göre, Asurlar Zagros Dağlarındaki Dağ Krallıklarına sefer düzenlediklerinde özellikle büyük taşlara, altına, gümüşe ve Kürtlerin eşsiz atlarına el koyuyorlardı.
I. Adad-Nirari, yaşamının sonuna kadar Kürt kalelerini yağmaladı. Ölümünden önce yazdırdığı bir kitabede, Lulumiye Krallığı’nın işgalini gururla şöyle anlatır: “Bu krallığın kalbine girerek, ordumla onun kalesini ele geçirdim.” Lulumiye Krallığı’na ait kalelerin büyük bir kısmı Şehrezor bölgesindeydi. Bu bölgedeki tüm kale ve burçlar, Kerkük, Erbil, Zagros ve Toros Dağlarındaki diğer kaleler gibi, Hurri (Kürt) klanları tarafından inşa edilmiştir. Daha sonraki dönemlerde gelenler, bu yapılara eklemeler yaparak geliştirmişlerdir.
MÖ 1275'te Adad-Nirari'nin ölümüyle yerine oğlu I. Salmanasar geçti. Onun tahta çıkışı, Urwatiri (Urartu) Krallıkları tarafından kabul görmedi. Bu itiraz, Asurlarla Dağ Krallıkları arasında savaşın fitilini ateşledi. Urwatiriye adı daha sonraki dönemlerde Urartu biçiminde yaygınlaştı. Ancak asıl kökeni Urwatiriye'ye dayanır. I. Salmanasar, yazıtlarında Urartu topraklarında bulunan sekiz krallıktan bahsederken, bunların birbirleriyle ittifak halindeki bağımsız krallıklar olduğunu vurgular. Aynı zamanda, bu yazıtlar Urwatiriye veya Urartu adının, belirli bir bölgedeki lehçeyi tanımlama ihtimaline de işaret eder. Tarihsel olarak bakıldığında, her isyanın kökeninde alınan ağır vergilere gösterilen tepki yatar. Vergiyi sorgusuz sualsiz ödemek, krala boyun eğmek anlamına gelirken, itiraz savaş ilanı demekti.
Urwatiriye (Urartu) krallıklarının bu tür vergilere karşı çıkması, I. Salmanasar’ı harekete geçirdi. Asur ordusunu toplayan kral, dağlara yürüdü. Asurların bu kadar kolay harekete geçmesi, Kürtler arasındaki birlik eksikliğini bilmelerinden kaynaklanıyordu. MÖ 15. yüzyılda Mitani İmparatorluğu çatısı altında toplanan Kürtler, güçlü bir askeri güç oluşturmuş ve Asurlar üzerinde baskı kurarak onları vergiye bağlamıştı. Ancak zamanla Kürt krallıkları arasındaki ittifaksızlık, Asurların çekinmeden saldırmasına yol açtı. Böylece Asurlar, Kürtlerin tüm kazanımlarını ellerinden alarak güç gösterisinde bulundu.
Kürtlerin tarih boyunca en büyük zayıflığı, birleşik ve düzenli bir ordudan yoksun olmalarıydı. Herhangi bir saldırı karşısında örgütlü bir savunma mekanizması geliştiremiyor, bu nedenle iyi organize olmuş düşman kuvvetleri karşısında hızla yenilgiye uğruyorlardı. Kürt krallıklarının, sağlam bir askeri yapı kurmadan Asurlara itiraz etmeleri, cezalandırılmalarına yol açtı. I. Salmanasar, bir yazıtında üç gün içinde Urwatiriye (Urartu) topraklarını ele geçirip ağır vergilerle cezalandırdığını belirtir. Bu tür plansız isyanlar, her seferinde Kürtlere pahalıya mal oluyordu. Asur Kralı I. Salmanasar’ın Urwatiriye’ye yönelik askeri harekâtı MÖ 1273’te gerçekleşti. Egemenliğini pekiştirmek ve Asur’un ezeli düşmanı olan Kürtlere gücünü göstermek için bu saldırıyı düzenledi.
I. Salmanasar’ın yazıtları, Dağ Krallıklarının savaştığını ancak savunmada yetersiz kaldıklarını ifade eder. Özellikle Kürtlerin küçük, hızlı birliklerle sonuç odaklı saldırılar düzenleme becerisine sahip oldukları, ancak güçlü bir savunma hattı oluşturamadıkları görülmektedir. Eğer Kürt orduları planlı bir savunma stratejisi geliştirip Asurları karşılasaydı, düşmana ciddi kayıplar verdirebilirlerdi. Bu durumda, Asurlar Kürt topraklarına kolayca giremez ve her seferinde savaş kararını rahatlıkla alamazlardı.
Asur Kralı I. Salmanasar, atalarının hayalini gerçekleştirme ve onların izinden gitme konusunda kararlıydı. İstediği her şeyi elde ediyor, askerlerini nereye gönderirse zaferle dönüyordu. Ancak bir gün, karşısına II. Şazura adında biri çıktı ve onun hayallerini zehre buladı. Bu olay, MÖ 1280 yılında Hanigalbat (Mitani) Krallığı’nın başında II. Şazura'nın olduğu dönemde gerçekleşti. II. Şazura, selefi Kral Wasazade’nin oğluydu. Genç bir şehzade iken annesi ve kız kardeşiyle birlikte Yirdu şehrinde esir alınmış ve Asur’a götürülmüştü. Daha önce I. Adad-Nirari, Kral I. Şazura’yı da esir alarak Asur’a götürmüş, ardından serbest bırakarak ülkesine geri göndermişti.
Hanigalbat Krallığı’nın başına geçen II. Şazura, ilk iş olarak krallığındaki kale, sur, burç ve tapınakları onarmaya yöneldi. I. Adad-Nirari’nin saldırıları sonucunda bu yapılar büyük zarar görmüş, kentler harabeye dönmüştü. Savaşın yıkıcı etkilerini silmek, yeniden inşa çalışmaları için büyük zaman ve kaynak gerektiriyordu. Ancak o dönemde Hanigalbat Krallığı’nın düzenli bir ordusu yoktu çünkü II. Şazura tüm ağırlığı kentsel imara vermişti.
Kısa sürede şehirlerin yenilenmesi tamamlandı ve II. Şazura, askeri hazırlıklara başladı. Hanigalbat Krallığı MÖ 1270’e kadar giderek güçlendi. Bu tarihten sonra ise Asurlarla büyük bir savaş patlak verdi. II. Şazura, I. Salmanasar’ın bir ordu kurarak kendilerine saldıracağını önceden öngörmüş ve buna karşı tedbirler almıştı. En önemli önlemlerden biri ittifak kurma çabalarıydı. Hititler ve ovalardaki diğer güçlerle müzakerelere girişmişti. Ancak babası Wasazade’nin, Hititlerin tuzağına düşerek yenilgiye uğraması gibi bir hatayı tekrarlamak istemiyordu. Bu yüzden meseleyi dikkatlice ele aldı, zekice stratejiler geliştirdi ve ayrıntılı bir antlaşma imzaladı.
Hititler ve ovalılarla yürüttüğü müzakereler sonunda II. Şazura, tarafların birbirine ihanet etmesini veya anlaşmayı terk etmesini önleyecek maddelerle güvence altına aldığı bir ittifak antlaşması imzaladı. Bu anlaşmayla Hititler ve ovalı Ahlamuhiyanlar’ın desteğini kazandı. Her iki tarafın da kendi sarayının etrafında birlik oluşturması, II. Şazura için başarının temel adımıydı; çünkü ne kadar büyük ve güçlü bir orduya sahip olursa, dayanıklılığı da o kadar artardı. Asur ordusu, dağlık arazide savaşma konusunda tecrübesizdi. Zorlu engebeler askerlerini yıpratıyor, özellikle su ihtiyacını artırıyordu. II. Şazura, bu durumun farkında olarak stratejik hazırlıklar yaptı; Asur askerlerinin su temin edebileceği kaynakları ya tamamen devre dışı bıraktı ya da bu kaynakları tuzaklarla doldurdu. Ayrıca geçitleri kapatarak ulaşımı tamamen kesti.
Savaş yaklaştıkça, II. Şazura’nın hazırlıklarına müttefikleri de katkıda bulundu. Yol ve arazi kontrolü konusundaki önlemler sıkılaştırıldı. Nihayet Asur Kralı I. Salmanasar ordusunu harekete geçirip dağların içinden ilerlemeye başladı. II. Şazura, tüm hazırlıklarını tamamlamış ve tuzaklarla donattığı yolun sonunda tam organize bir orduyla bekliyordu.
Savaş başladığında, I. Salmanasar kendini çaresiz bir durumda buldu. II. Şazura, tüm su kaynaklarını özel birliklerle koruma altına almıştı. Suya yaklaşan Asur askerleri, oklarla vurularak etkisiz hale getirildi. Ulaşım yolları kapalı olduğu için Asur ordusunun yiyecek ve diğer ihtiyaçları karşılanamıyordu. Açlık ve susuzluk kısa sürede ordu içinde çözülmeye yol açtı ve Asur ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Eğer daha önceki Kürt kralları da II. Şazura’nın akılcı savaş taktiklerini kullanmış olsaydı, Asurlar bu topraklara adım dahi atamazdı. Böylece II. Şazura, atalarının intikamını almış oldu. Gökyüzü bile bu savaşta gözyaşı dökebilirdi; çünkü Salmanasar ve ordusu dağların arasında aç, susuz ve yorgun bir halde kuşatılmış, çıkış yolu olmayan bir durumdaydı.
II. Şazura, savaşta üç önemli nedenden dolayı galip geldi. Ancak bu zafer, Asurların kalplerindeki nefret ateşini körükledi. I. Salmanasar, daha büyük bir ordu ve daha güçlü bir donanımla Hanigalbat üzerine yeni bir sefer başlattı. Bu kez Asur ordusu daha organizeydi ve II. Şazura’nın ordusunu bozguna uğrattı. Önceki savaşta oklarla öldürülen askerlerinin anısı hala gözlerinin önündeydi. Bu hırsla savaşan Asurlar, yakaladıkları her askeri katledip başlarını kestiler. O gün, 14.000 Mitanni askeri sonuna kadar direndi ancak hepsi can verdi. Asur askerleri, ele geçirdikleri mahkûmların gözlerini oyarak vahşice intikam aldı. Kendi yazıtlarında, bu savaşta Kürtlere ait 180 şehri ele geçirip yıktıklarını gururla anlattılar. Hatta ellerine bir Hitit ya da Ahlemuyi savaşçısı geçtiğinde bile onları da öldürüyorlardı; çünkü onların Hanigalbat’la ittifak içinde olduklarını biliyorlardı. Hanigalbat Krallığı’nın sonu böylece gelmiş oldu.
Tıpkı kendisinden önceki kral gibi, Ziguratlar ve tapınakların inşasına büyük önem veriyordu. Eski Batı Asya uygarlıklarında Ziguratlar, dini merkezler ve özel ibadet alanları olarak büyük bir rol oynuyordu. Bu bölgede yaşayan halklar, özellikle Sümerler, tanrılarına adanan ilk Zigurat tarzı tapınakları inşa ettiler. Yüksek yerlere yapılan bu tapınaklar, 'Zigurat' olarak adlandırılıyordu ve amacı, göğe yani cennete doğru yükselmeyi simgelemekti. Ziguratların mimarisi, merdiven basamakları gibi adım adım yükselen bir yapıya sahipti.
Asurlar saraylar ve tapınaklar inşa etmeye değer verseler de, Kürtler dağlık bölgelerde daha çok sur, burç ve kale gibi askeri yapıların yapımına önem veriyorlardı. Arapha (Kerkük), Arbela (Erbil), Lulumu (Lolobi), Guti (Qutu), Hanigalbat (Kürt), Urartu (Urwatri), Subaru ve Hitit sınırına kadar olan bölgelerde inşa edilen askeri yapılar, Kürt el işçiliğiyle öne çıkıyordu.
Yerleşim yerlerinin ve şehirlerin etrafını çevreleyen duvarlar da dâhil olmak üzere, bu yapılar Kürt mimari sanatının özelliklerini yansıtıyordu. Sıklıkla, bir höyüğün yapımı sırasında elde edilen taşlar, şehrin surlarının inşasında kullanılıyordu; tıpkı Diyarbakır surlarında görüldüğü gibi. Dağ Krallıkları, düşman saldırılarına karşı kaleler yapmış olsalar da, çoğu zaman bu saldırılara karşı koyamamışlardı. Çünkü savunma güçleri yetersizdi ve bu durum üç temel nedenden kaynaklanıyordu:
Büyük savaşların azlığı nedeniyle halkın rehavete kapılması ve tecrübesizliği Güçlü savunma silahlarının bulunmaması, Krallıkların ve kentlerin dağınık yapıda olması, büyük ve güçlü bir birleşik ordu kuramamaları. Tarih boyunca Kürtleri tanımlayan birçok belge ve yazıt, aynı dili, kültürü ve benzer inançları paylaşmalarına rağmen, onları tek bir millet yerine, belirli bir coğrafi alanda yaşayan klanlar olarak tasvir etmiştir. Örneğin, Lulumu ve Urartu (Urwatri) gibi isimler belli coğrafi bölgeleri ifade ederken, bu bölgelerde bağımsız küçük krallıklar ve site devletleri bulunmaktaydı.
Dağ Krallıkları üzerine yürüyen Asur Kralı I. Salmanasar, Subaru, Lulumu, Guti ve Mizuri krallıklarına ulaşarak kentlerini ve kalelerini yağmaladı. Bu şehirleri harabeye çevirip değerli taşlar, altın, gümüş, el yapımı sanat eserleri ve atlar gibi ganimetleri Asur’a götürdü. Zaferlerini anlatırken, 'Bu kentlerin talanından kıymetli taşlar, altın ve gümüş ile el yapımı eserler ve atlar aldım,' diye övünerek bahseder.
O da kendi döneminde babasını örnek alarak Kürt Krallıklarına ait şehirleri yağmalayıp zenginliklerini talan etti. Mehru Krallığına saldırırken yazdırdığı bir kitâbede, özellikle Mehru Kralına ait köşkün mimarisine ve kullanılan taş ile ahşap işçiliğine hayran kaldığını ifade eder. Kürt mimarisinden ve ince sanat anlayışından derin bir şekilde etkilendiğini belirten Asur Kralı, bu köşkteki ahşap oymalarını alıp Asur’a götürdüğünü ve ihtiyaç duyduğu her seferinde aynı bölgeden ahşap temin ettiğini aktarır.
O dönemde de dinler arasında kin ve nefret yaygındı. Katmhu Krallığına saldırdıktan sonra, I. Tikulti Ninurta, Kaşyar Dağı’na bir ordu sevk ederek Subaru, Aluziye ve Purkuzu Krallıklarına saldırır. Bu saldırıda, tapınakların bulunduğu bölgedeki insanları diri diri yakar. Bu işgalin ardından Tikulti Ninurta, 'Ben, Aluziye Kralı Ala-Teşup’un dört başkentini ele geçirdim,' diyerek övünür. Aslında bu sözünü ettiği şehirler, o dönemde Kürtlerin inşa ettiği surlarla çevrili kale şehirlerdir.
Bu talanın ardından Ala-Teşup, ailesi ve yakınlarıyla birlikte o bölgeden kaçarak Nairi topraklarına doğru göç eder. Daha önce de belirttiğim gibi, Huri mitolojisinde Teşup, yağmur ve rüzgâr tanrısıdır; burada görüldüğü üzere, krala bu tanrının adı verilmiştir. Asur krallarının karakteri, kendilerini her zaman yeryüzünün en üstün kişileri olarak tanıtmak ve kendi başarılarını abartarak övünmek üzerine kuruluydu. I. Tikulti Ninurta da kendisinden söz ederken, gururla birçok unvan ve sıfatı kendisine yakıştırmıştır.
Hititlerle yaptığı savaştan bahsederken, onları yenip Fırat Nehri'ne kadar ilerlediğini ve 26.000 savaşçıyı dağıttığını kaydeder.
Asur Kralı I. Tikulti Ninurta, askeri seferleri sırasında birçok krallığın adını anmıştır. Bunlar arasında 'Akriyaş, Şada, Sapani, Duri, Harnaphi, Kurdişe, Arini, Araphi, Kurbata, Şadapa, Kamaraş, Elure ve Kamenza' gibi isimler yer alır. I. Tikulti Ninurta, yazıtlarında Kürt adını zikreden ilk krallar arasında olup, bu ismi coğrafi bölgelerden veya ülkelerden bahsederken kullanmıştır. Özellikle 'Kurdiş' ifadesini, bir ülke veya krallık adı olarak kaydetmiştir.
Tikulti Ninurta, yoğun ve güçlü bir hükümdar olmasına rağmen beklenmedik bir olayla karşılaştı. Oğulları, ordu ve devlet içindeki bazı askerlerle ittifak kurarak ona karşı isyan ettiler. Bu ayaklanmada oğulları, güçlü bir askeri birlikle babalarının kurduğu Kar Şehri’ne doğru harekete geçtiler. Baba Kral Tikulti Ninurta ile oğullarının orduları Kar Şehri’nde karşı karşıya gelerek savaştı. Bu çarpışmanın sonunda I. Tikulti Ninurta, MÖ 1207’de kendi oğulları tarafından öldürüldü. Aynı yıl, oğullarından biri olan Aşur Nadin Apli Asur tahtına oturdu.
Kar Şehri, I. Tikulti Ninurta’nın inşa edip başkent olarak kullandığı önemli bir yerleşimdir. Aşur Nadin Apli (Aššür-nädin-apli), MÖ 1207-1204 yılları arasında hüküm sürmüş ve yalnızca dört yıl tahtta kalmıştır. Bu süre boyunca babasının kazandıklarıyla yetinmiş, bu yüzden ne kendi ne de ondan sonra gelen kral döneminde MÖ 1133 yılına kadar hiçbir askeri sefer düzenlenmemiştir. O yıl Asur tahtına Kral I. Aşur Reşa Yişi çıkmıştır.
Asur Kralı I. Tukulti Ninurta'nın oğulları tarafından öldürülmesinin ardından, Asurlular bir süre sessiz kaldı ve savaştan uzak durdular. Bu durum, ancak I. Aşur Reşa Yişi'nin tahta çıkışıyla son buldu. Yeni hükümdar, tahta geçer geçmez Lulumu ve Guti Krallıklarına saldırdı.
Kürt Krallıkları Zagros ve Toros Dağları'nda yenildiğinde, yüksek dağlar onlara doğal bir sığınak sağlamıştı. Dağlara çekilip güçlerini toparladıktan sonra yeniden düşmanlarına karşı savaş açarlardı. Asurlarla yaptıkları savaşlar uzun süre almış ve onlardan birçok deneyim kazanmışlardı. Ancak Asurlarla en büyük çatışma, MÖ. 1114'te Asur Kralı I. Tiglat Pilaser döneminde gerçekleşti. Asur Kralı'nın tahta çıkışı, Zagros ve Toros Dağları'nın gökyüzünde beliren karanlık bir bulut gibiydi. Tahta geçer geçmez Kürt Klanlarına savaş açarak yıkım ve yağmalamalara başladı. İlk olarak ordusunu Muşkiler üzerine gönderip onlara askeri saldırılarda bulundu. Muşkiler, eski Kürtlerin en büyük klanlarından biriydi ve bu klan o kadar genişti ki birden fazla kola ayrılmıştı. Her kolun kendine ait bir ordusu ve gücü vardı. Asur Kralı, onlardan bahsederken, 'Onların beş kralı ve 20 bin savaşçısı var,' der. Muşkilerle Asurlar arasındaki savaş, Katmuhiler'in topraklarında, bugünkü Şırnak çevresinde yaşandı. Asurlar, Kürt Krallıkları'nı adlandırırken, çoğu zaman bağımsız bir güç olarak her bir krallığı belirtmişlerdir. Bu nedenle, büyük bir coğrafyada bulunan kale ve şehirler sıklıkla bağımsız krallıklar olarak anılmıştır.
Muşkilerden sonra Asur Kralı I. Tiglat Pilaser, diğer Kürt Krallıkları'na yöneldi ve iki yıl boyunca başkaldıran klanları ve toplulukları askeri saldırılarla bastırdı. Ardından, MÖ. 1112'de Çemçemal bölgesindeki Murataş Krallığı'na yönelik bir askeri saldırıdan bahseder. Bu bölge, Asanu ve Atuma Dağları'nın sert yamaçlarına yayılmaktadır. Asur Kralı, Küçük Zap Nehri'ni geçtikten sonra, Murataş Krallığı'na ait olan Çemçemal Kalesi'ni ele geçirdi. Bu kale, Murataş Krallığı'nın merkeziydi ve günümüzde Keleha Spi (Beya Kale) ya da Keleha Çemçemale (Çemçemal Kalesi) olarak bilinir. Asur Kralı I. Tiglat Pilaser, bu dağlarda yer alan orduyu yenip tüm askerleri öldürdükten sonra sabah erken saatlerde Murataş Kalesi'ne saldırarak kaleyi ele geçirdi. Kale talan edildikten sonra şehirler yakılıp yok edildi.
Murataş Kalesi, bir krallığa ait başkentti. Nayiri bölgesindeki 23 Kürt Krallığına yönelik savaştan sonra Asur Kralı I. Tiglat Pilaser, Mizuri Krallığı'na yönelerek Elemun, Tala ve Harusa dağlarına doğru saldırıya geçti. Küçük ama bağımsız yönetimleri olan klanlar, ya da kaleleri bulunan her yerleşim, 'Krallık' olarak anılmıştır, ancak bunlar hakkında fazla bilgi bulunmaz. O dönemde Mizuri Krallığı'nın sınırları, günümüzde Mizuri aşiretlerinin yerleştiği alanlarla örtüşmektedir. Daha sonra, Asur Kralı II. Sargon, Mizuri Krallığı sınırına, Mizuri Dağı'na yakın bir bölgeye yeni bir şehir inşa ettiğini belirtir. II. Sargon, 'Mizuri Dağı'na yakın bir yerde, 'Dur-Şarukin' adında yeni bir şehir inşa ettim,' der. Bu şehir, Mizuri Dağı'nın yakınlarında, MÖ. 717'de inşa edilmiştir.
O dönemde, Komanu Krallığı'na ait 20.000 kişilik bir ordu, Mizuri Klanı'nın Asurlarla olan savaşına yardım etmek amacıyla bölgeye gelmişti. Ancak buna rağmen yenildiler. Asur ordusu, zaferinin ardından, Asur Kralı tarafından bir yazıtta 'O şehir Aysa Dağı'na yakın bir konumda yer alır' şeklinde tanımlanan şehre yaklaşarak, şehri yağmalamadan kurtarmak için yöneticilerinin Asurlara gönüllü olarak vergi ödemeyi kabul ettiğini öğrenmiş ve bu sayede şehir kurtarılmıştır.
Mizuri topraklarının işgali, MÖ. 1360 yılına denk gelmektedir. Bu dönemde Mitaniler iç karışıklıklar ve çatışmalar nedeniyle zayıflamış ve kendilerini savunacak güçten yoksun kalmışlardı. Aynı dönemde, Asur tahtında 1. Asur Ubalit bulunuyordu. Daha sonra, Asur Kralı 1. Salmansar döneminde (MÖ. 1275-1245), Mizuriler Asur egemenliğine karşı çıktılar. Bu durumu fırsat bilen Asurlar, güçlü ordularıyla Mizurilere saldırarak kutsal şehirleri Arinu'yu (Lales) talan edip yok ettiler.
Komanu Krallığı, Asurlarla daha önce mücadele eden Mizuri Krallığı'na 20.000 savaşçı göndererek destek sağlamıştı. Ancak Asur Kralı, bu kaleleri ele geçirip, 'O kalelerin duvarlarını öyle bir şekilde yıktım ki, artık orada taş üstüne taş koyamazlar,' diyerek bu kalelerin yıkımını anlatmıştır.
Asur Kralı I. Tiglat Pilaser'in yazılı olarak bildirdiği talan, yıkım ve katliamlar, ondan sonra gelen Asur Kralı Asurbanipal tarafından resimlerle aktarılmıştır. Daha önce Kürt topraklarının Asurlar için önemli bir durak olduğunu belirtmiştim. Asurlar, kervan yollarını bu bölgelere kurarak, takas yoluyla elde ettikleri servetle zenginleşip, güçlü ve donanımlı ordular kurarak büyük bir devlet haline geldiler. Bu gücü de, bulundukları coğrafyada Kürt krallıkları üzerinde kullanmaya başladılar. Çünkü o dönemde, Kürt klanlarının elde ettiği zenginlik Asurları cezbetmiş ve onların bu servetleri ele geçirme düşüncesini doğurmuştur. Kürt klanlarının elinde, kıymetli taşlar, altın ve gümüş gibi servetler birikmişti. Bu da, Asurların Kürtler üzerinde askeri saldırılara başlamasına sebep olmuştur.
Güçlenen Asur Krallığı, bölgedeki Kürt krallıklarına yönelik saldırılarını reddetmemiş, aksine bunları kendi övünç kaynağı olarak görmüştür. Bu durum, Asur hanedanlığının ilk kralı 1. Şamşi Adad'dan son padişahlarına kadar devam etmiştir. Çünkü Asur hanedanlığı, etrafındaki halklardan aldığı vergi ve haraçlarla ayakta kalmış, barbarca uygulamalarıyla korku salarak iktidarını sürdürmüştür. Asurlar, bu barbarlıklarını sadece yazılı yazıtlarda değil, duvarlara yaptıkları kabartmalarla da aktarmışlardır. Örneğin, Asur Kralı Asurbanipal dönemine ait bir duvar kabartmasında, şehirlerini yağmalayan askerlerin ellerinde ganimet taşıdıkları ve şehri yıkmak için çalışan başka bir grup askerin surları, kaleleri ve tapınakları yıktığı görülmektedir. Yıkılan şehirlerden yükselen dumanlar ise, bu şehirlerin nasıl yok edildiğini göstermektedir. Bu kabartma, Asurların Kürt şehir ve kaleleri üzerindeki yıkıcı etkilerini ortaya koymaktadır.
Asur Kralı 1. Tiglat Pilaser, MÖ. 1076 yılında vefat etti. Onun ardından, torunları sırasıyla birkaç yıl boyunca Asur Krallığı tahtına oturdu. Bu dönemde, 1. Tiglat Pilaser'in oğlu Aşarida Pal-Ekur, babasının tahtına geçti ancak sadece iki yıl süren hükümetinin ardından hayatını kaybetti. Ardından, kardeşi Aşur Bel-Kala onun yerine kral oldu. Sonrasında ise, ölen babasının yerine II. Eriba-Adad tahta geçti. Ancak, o da yalnızca bir yıl sonra amcası IV. Şamsi Adad tarafından tahttan düşürüldü. IV. Şamsi Adad, Babillerle ittifak kurarak yeğenine karşı darbe yaparak tahta çıktı. V. Şamsi Adat'ın ardından, oğlu I. Asur Nasirpal tahta geçti. Bu şekilde, torunlar birbiri ardına Asur tahtını devraldılar. Bu durum, II. Tukulti Ninurta'nın tahta çıkmasına kadar devam etti.
Dağlardaki Kürt Krallıkları zaman zaman saldırıya uğrayıp talan edilmekteydi. Ancak Asurlar, eski güçlü yönetimlerini kaybetmişti ve giderek daha da zayıflıyorlardı. Aynı şekilde, Huriler gibi Asur Kralları da bazı dönemlerde parlak bir yönetim sergileyemediler.
II. Tukulti Ninurta MÖ. 884 yılında öldü ve ardından oğlu II. Asur Nasirpal tahta geçti. Bu, Asur'da yeni bir dönemin başlangıcını işaret ediyordu.
Asurlar, taş kalpli savaş yöntemlerini en yoğun şekilde Mardin, Şırnak, Şehrezor ve Piremegrun yörelerinde yaşayan Kürtler üzerinde uyguladılar. Bu bölgelerdeki işgalleri sırasında büyük ateşler yakarak, genç Kürt kızları ve erkeklerini bu ateşlerin içine atıp diri diri yakıyorlardı. Nerede olurlarsa olsunlar, kale veya surları olan bir şehir gördüklerinde, ilk olarak bu yerleri talan eder, ardından yıkar ve haraca bağlarlardı. Eğer karşı koyan olursa, bu sefer büyük bir ordu göndererek, o bölgedeki insanları acımasızca cezalandırırlardı. Bu kanlı çatışmalarda bazen Asur ordusu, hedef aldığı yerlerden daha fazla kayıp veriyordu. Ancak, maddi güçleri sayesinde bu kayıpları hızla telafi edebiliyorlardı.
Tarihte, sürekli olarak güçlü konumda kalan ve diğer halklara savaş açarak onları yok etmeye çalışan toplumlar genellikle uzun süreli olamayıp hızla yok olurlar. Çünkü onların stratejisi, kendilerini güçlendirip savaşa odaklanmaktı. Eğer stratejileri güçlü bir savunma, barış ve birlikte yaşamaya dayalı olsaydı, daha uzun süre varlıklarını sürdürebilirlerdi. MÖ. 1600 yılında, Kral Büyük Kirda döneminde, Asurlar Kürtlere karşı en zayıf ve sessiz halk olarak tanımlanıyordu. Bu durum, MÖ. 1360 yılına kadar sürdü. Ardından, iç çekişmeler ve klanlar arasındaki çatışmalar nedeniyle bölünmüş halklar, Asurlara yeni bir savaş fırsatı sundu.
Asur Kralı II. Asur Nasirpal, MÖ. 883 yılında tahta çıktığında, ordusunu ilk olarak Tumu Krallığı'na gönderdi ve yol boyunca karşılaştığı tüm şehirleri ve kaleleri talan ederek, onları viraneye çevirdi. Ordusu Tumu Krallığı sınırlarına geldiğinde, Libe Krallığı'nın kaleleri üzerine de sefer düzenledi. Daha önce, I. Tiglat Pilaser de aynı güzergahtan geçerken, o bölgedeki 23 krallığı saymıştı ve Tumu Krallığı bu listeye dahil edilmişti.
Libe Şehri, kale şeklinde inşa edilmiş bir yerleşim yeriydi. Bugün, Kerkük ve Erbil (Hewler) kaleleri ile genel olarak Kürdistan’daki pek çok kalede kerpiç malzeme kullanıldığı görülmektedir. Kalelere çıkabilmek için ayrıca basamaktan yapılmış yollar mevcuttu. Benzer şekilde, Libe Şehri yöneticileri de kendilerini düşman saldırılarından korumak amacıyla, kalenin duvarlarını kayaların üst seviyelerine kadar yükseltmişlerdi. Libe Şehri’nden sonra, Asur ordusu Sura Şehri ve diğer bölgelere yöneldi. Asur Kralı'nın söylediği gibi, bu şehirler Urunu, Arunu ve Etunu Dağları arasında yer alıyordu. Asur ordusu bu şehirlere girdiğinde, sanki Asur'un tanrısından emir almış gibi, buldukları her şeyi alıp götürüyorlardı; ellerine geçirdikleri her şeyi yanlarına alıyorlardı.
Tumu Krallığı, günümüzdeki Ranya civarına denk gelir. Yani, Asur Kralı'nın ismini saydığı kale ve şehirlerin tümü Ranya yöresindedir. Başka bir dönemde gerçekleşen bir saldırıyı anlatan II. Asur Nasirpal, Kirruru Dağı’ndaki krallıklardan bahsederken, 'Barış için vergilerini katır, at, öküz, koyun ve bronz olarak ödemek isteyen o bölgenin kralları' şeklinde ifade etmişti. Asur ordusu, her gittiği yerde ya haraç alır ya da savaşırdı. Hedefindeki krallık ya da yönetim, haracını ödeyerek askerlerini geri çeker, ardından başka bir yöne yönelirdi.
Kirruru Dağları, Urmiye Şehri'nin kuzeybatısına düşer ve Ranya bölgesine kadar uzanır. Burada vurgulamak istediğim nokta, bu dağların sınırlarının Ranya bölgesine yakın olduğudur. Asur Kralı şöyle demektedir: 'Tumu Krallığının topraklarından çıktıktan sonra, Kirruru Dağlarına geldim.' O dönemde, kendi başına ve bağımsız olarak yönetilen küçük ya da büyük bütün kaleler, Asurlar tarafından Krallık olarak kabul edilirdi. Ancak bazı krallıklar vardı ki, onlara bağlı pek çok şehir ve kale bulunuyordu. Bunlar da diğerleri gibi krallık olarak adlandırılıyordu. Asur Krallarının yazıtlarına göre, bu bölgelerdeki birçok Kürt aşireti ve klanı bağımsız krallıklar şeklinde varlık gösteriyordu ve bu yüzden birbirlerinden uzak kalmışlardı.
Habhuye Bölgesindeki şehirlerin önce talan edilip sonra harabe haline getirilmesinin ardından, Asur Kralı Nistune Şehrine yönelir. Burada verdiği askeri kayıpların intikamını almak amacıyla, önce şehrin ileri gelenlerini ve yaşlılarını esir alır, ardından onları öldürür. Nistune Şehrinin Kralı Babwa'nın oğlu Bubo'nun derisini yüzerek, Hewlêr (Erbil) Kalesinin burcuna asar.Her zaman askeri saldırılara maruz kalsalar da, Kürtler kendi topraklarında kalmayı tercih ettikleri için, bu durum onların bölgeye ait olduklarının en önemli kanıtıdır. Çünkü onların kökleri, bulundukları coğrafyanın dağlarının ruhunda gizlidir.
Asurlar yalnızca tek başına değil, Aramiler de benzer şekilde Kürt topraklarına saldırılar düzenlemişlerdir. Ancak tüm bu saldırılara rağmen, Kürtler vatanlarını terk edip başka yerlere göç etmeyi hiçbir zaman düşünmemiştir. Kürtlerin bölgedeki varlıkları, her türlü olumsuz olaya rağmen, kanlarına işlemiş gibi sürmüş ve bir süre sonra toparlanıp yaşamaya devam etmeyi öğrenmişlerdir. Asurlar, doğuda, Aramiler ise batıda yıllarca Kürt krallıklarını ortadan kaldırmayı başaramamıştır. Ancak zamanla farkına varmadan, kendileri yok olma yoluna girmişlerdir. Kürtlerin yurt edindiği bölgelerde tutunamamış, bir süre kalsalar da sonunda göç etmek zorunda kalmışlardır. Asurlar ve genel olarak Samiler, Kürtleri yaşadıkları coğrafyadan atmak için her yolu denemiş, her yönteme başvurmuşlardır. MÖ. 882 yılında Nirbu Krallığı, Asurlara karşı başkaldırdığında, Asurlar onları toplu katliama tabi tutmuşlardır. Özellikle II. Asur Nasirpal, bu halkın kızlarını ve oğullarını ateşe atarak diri diri yakmıştır. Nirbu Krallığı, Mardin ve Şırnak arasındaki bölgede yaşayan Kürtler tarafından kurulan bir idari sistemdi.
Asurların Zamwa Krallığına yönelik saldırıları, MÖ 911-891 yılları arasında Kral 11. Adad Nirari'nin hükümdarlık dönemine rastlar. Bu süre zarfında, Adad Nirari iki kez bu bölgelere saldırmıştır. İlk saldırısında, Zamwa adını anarak şöyle der: 'Zap Suyu'nun karşı tarafından saldırıya geçip, orayı geçerek Lulumu Bölgesi'ne el koydum. Ardından Habhu ve Zamwa Krallıklarını geçip, Namuru topraklarına girdim. Daha sonra, daha geniş topraklara sahip olan Komanu'yu, ardından da Mehr, Salva ve Urartu Krallıklarının topraklarını fethettim.' Zamwa topraklarında, her biri bağımsız bir yönetim ve krallığa sahip olan birçok şehir ve kale vardı. Bu krallıkların her birinin belirli bir coğrafyada hükmettiği alanlar vardı. Şüphesiz, her birinin kendi özel kuvvetleri bulunuyordu ve bu kuvvetler sayesinde kendilerini savunuyorlardı.
Ancak, MÖ 9. yüzyılda Zamwa Bölgesinde üç güçlü krallık hüküm sürüyordu. Bu krallıklar, tehlike anlarında güçlerini birleştirip birlikte savunma yaparlardı. Bu üç krallıktan ikisi, Ameka ve Araştiva, Kürdistan'ın güneyine, Şehrazor bölgesine yakın yerlerde yer alıyordu. Bu krallıkların sınırları, Beranan Dağı'ndan Hewreman Bölgesine kadar uzanıyordu. Üçüncü krallık olan Dagara ise, Zamwa Bölgesinin batısında yer alıyordu ve Bazyan Bölgesine yakındı.
O dönemde, bir krallığın Asurlara vergi ödemesi, o krallığın tam bağımsız olmadığı ve güçlü bir orduya sahip olmadığı anlamına geliyordu. Şunu belirtmek gerekir ki, bu vergiler ve harçlar, bu krallıkların halkı üzerinde büyük zorluklar yaratıyordu. Bu durumla başa çıkabilmek için iki seçenekleri vardı: birincisi, Asurlara karşı samimiyetle egemenliklerini kabul etmek, ikincisi ise Asurlara karşı savaşarak onları bölgeden uzak tutmaktı. Ancak bu, kolay bir seçenek değildi. Çünkü geçmişteki deneyimlere göre, küçük Kürt krallıkları bu tür mücadelelerde çok ağır bedeller ödemişti.
Zamwa Bölgesindeki krallıklar, MÖ 912 yılına kadar sessiz kalmışlardı. Daha önce belirttiğim gibi, Asurlara vergi ödemek, Asur Kralı II. Adad Nirari'nin dönemine denk gelir ve MÖ 911'de bu krallıklar Asurlara vergi ödemek zorunda kalmışlardır.
MÖ 882 yılında Dagara Krallığı’nın Kralı Pir Raman, II. Asur Nasirpal’a bir elçi göndererek Asurlara artık haraç vermek istemediğini bildirdi. Bu durum üzerine II. Asur Nasirpal, ordusunu hazırlayarak Zamwa'ya doğru harekete geçti. O dönemde, Zamwa Bölgesindeki tüm krallıklar, Pir Raman’ın liderliğinde birleşip güçlü bir ordu oluşturmuşlardı ve Asur zulmüne karşı savaşmaya karar vermişlerdi.
Tarihin birçok döneminde Kürt erkekleri cesur ve savaşçı olarak tanıtılmış olsa da, Asurlara karşı verilen bu savaşta, sadece Zamwa Bölgesindeki klanların birleşmesi yeterli değildi. Çünkü Asurlar, her koşulda tanrılarını ve tapınaklarını birliklerini sağlamak için kullanıyorlardı. Ayrıca, Asur ordusu sayıca ve ağır silahlarla, Zamwa Bölgesindeki krallıklardan çok daha üstün durumdaydı.
Eğer o dönemde Kral Pir Raman, sadece Zamwa’daki küçük Kürt krallıklarının birleşmesini sağlamak yerine, tüm Kürt klanlarını birleştirme çabası göstersaydı, daha güçlü bir yapı ortaya çıkabilirdi. Bu durumda belki de Asur ordusuna karşı koyarak onları topraklarına sokmayı başarabilirlerdi. Ancak, ne yazık ki, diğer Kürt klanları ve krallıkları kendi coğrafi sınırlarında, sürekli olarak talan ve yıkımla karşı karşıya kalıyorlardı.
Pir Raman (Akadca adıyla Nur-Adad), Zamwa bölgesindeki Kürt klan ve krallıklarının önderliğini yaptığı dönemde, MÖ 881 yılının başlarında Asur ordusunun geçeceği tek yol olan Bazyan Geçidi'ni savunmak amacıyla, hızla uzun bir duvar örmeye karar verdiler. Bu karar doğrultusunda, hemen Bazyan Geçidi'ne yüksek ve uzun bir duvar inşa ettiler. Asurlar, bu duvarı ‘Babutiye Şehri Duvarı’ olarak adlandırmışken, günümüzde bu alan 'Bazyan Geçidi' olarak bilinir.
Zamwa Bölgesindeki klan idareleri ve krallıkların oluşturduğu ittifak, Asurlara karşı etkili bir birleşim olmuştu, çünkü bu ittifak, bölge halkı arasında askeri ve siyasi anlamda büyük bir etki yaratmış, aynı zamanda sosyal ilişkileri de güçlendirmişti. Bu ittifak halkta büyük bir motivasyon uyandırmış ve bu enerji kısa süre içinde, bölge halkının bu duvarı inşa etmelerini sağlamıştır.
Asur Kralı II. Aşurnasirpal, bu duvar hakkında bir yazıtında şu ifadeyi kullanmıştır: 'Zamwa Yöresindeki tüm halk bir araya gelerek, Babutiye Şehri'ndeki geçide bir duvar ördüler.' Daha önce, duvarın inşa edilmesinden önce Asur Kralı II. Tukulti Ninurta’nın babası II. Aşurnasirpal, bu geçidi ‘Babituye Geçidi’ olarak adlandırmıştı. Zamwa bölgesindeki krallıklar ve klanların birleşmiş ordusu, Asur Kralı Aşurnasirpal ile savaşmaya hazırdı ve Asur ordusu geldiğinde çatışma başladı. Asur ordusunun yanında ağır silahlar bulunuyordu. Uzun menzilli mancınıklar sayesinde, Kürt askerlerinin mevzilerine büyük taşlar fırlatılabiliyordu. Asur ordusu bu mancınıklarla, Kürt savaşçılarının bulundukları yerlerden çıkmalarını sağlamaya çalışıyordu. Ancak Kürt savaşçılar, ağır silahlar karşısında olmasalar da dağ savaşlarında uzmanlaşmışlardı ve gizlendikleri yerlerden attıkları ok ve mızraklarla Asur ordusuna ciddi kayıplar verdirmişlerdi.
Asurlar bu savaşta iki strateji izlediler. İlk strateji, Kürt savaşçılarında panik yaratmak amacıyla, cephedeki ordularının arkasına daha büyük bir ordu gizleyerek baskı kurmaktı. İkinci strateji ise, cephedeki Kürt savaşçılarının üzerine taş atabilen ağır silahlarla baskı yapmaktı. Bu strateji, zamana yayılarak etkili oldu ve korkuya kapılan Zamwa ittifak ordusu giderek zayıfladı. Birçok asker, Asur ordusuna karşı savaşmaya devam etmek için sonuna kadar mevzilerinde kalamadı. Asur Kralı Aşurnasirpal’ın yazıtlara göre, Babutiye Geçidi Savaşı sırasında, Zamwa Birleşik Krallıklar ordusundan 1461 savaşçı sonuna kadar direndi ancak hayatını kaybetti. Bu savaşta, Asur ordusu saldıran taraf olduğu için daha çok kayıp vermişti, ancak sayıca üstün olmaları bu kayıpları çok da önemli kılmamıştı.
Babutiye Geçidi Savaşı'nın ardından, Asur ordusu birçok stratejik kaleyi ele geçirdi. Asur Kralı Aşurnasirpal bir yazıtında, 'Bu savaşta Wiz, Berutu ve Laga çatışmalarını kazandım, bu bölgedeki 100 şehri de işgal ettim' demektedir. Dagara Krallığı, Zamwa Bölgesi'nde bulunan ve onlarca şehirden oluşan bir klan devleti olarak bilinir. Asur Kralı, bu bölge hakkında şu ifadeyi kullanmıştır: 'Ben Dagara Krallığı'na ait 100 şehri yok ettim.' Dagara Krallığı'na ait olan bu bölgede birçok köy ve kasaba vardı. Ancak özellikle dikkat çeken üç şehir, her biri güçlü kalelere ve duvarlara sahipti: Uz, Bertu ve Laga şehirleri. Dagara Krallığı'nın sınırları; Baray Şehri'nden Çeme Rezan'a, oradan Küçük Zap Suyuna, ardından Tektek Dağları'na ve nihayetinde Bazyan Dağı'nın önündeki ovaya kadar uzanıyordu.
Pir Raman, bu savaşta yenildikten sonra birkaç general ve bir grup savaşçısıyla birlikte, düşmanın ulaşamayacağı yüksek dağlara doğru kaçıp, kendini gizlemeyi başardı. Asur Krallığı'nın işgalinin ardından, en yakın yer olan Bara Şehri'ne saldırıldı. Bara Şehri'ndeki savaşçılar, efsanevi bir inançla sonuna kadar direndiler ve savaşarak hayatlarını kaybettiler. Bara Şehri, Zamwa Bölgesi'nin en önemli şehirlerinden biriydi ve günümüzde Süleymaniye il sınırları içindedir. Yani, o dönemde 'Bara' olarak bilinen yer, modern Süleymaniye'nin ta kendisiydi. Süleymaniye, stratejik konumu ve öneminden dolayı her zaman Kürt düşmanlarının hedefi olmuştur.
Asur Kralı, bu savaşla ilgili yazıtta Bara Şehri'nden sonrasına dair zaferlerinden bahsetmez, çünkü orada hezimete uğramıştır. Aslında Asur Kralı, Dagara Krallığı ve Bara Şehri'ni fethettikten sonra, ovalara, dağlara ve yaylalara yönelip buraları da talan etmeyi planlıyordu. Ancak Nişur Dağı ve çevresine ulaşamadan, ordusuyla birlikte geri çekilerek kendi topraklarına doğru yol almıştır. Dagara Savaşı'ndan sonra, bazı generalleriyle birlikte dağa çekilmek zorunda kalan Kral Pir Raman, buradaki savaşçılarıyla beraber Asur ordusuna ani bir saldırı düzenlemiştir. Bu ani saldırı, Asur ordusunu büyük kayıplar vererek geri püskürtmüştür.
Asurların bu beklenmedik saldırıdan aldığı ağır darbe, Asur Kralı'na ülkesine sağ dönüp dönemeyeceği korkusunu yaşatmıştır. Eğer II. Aşurnasirpal, Bara Şehri'nde kazandığı zaferin ardından böyle bir darbeyle karşılaşmasaydı, kesinlikle geri dönüp yağmalamaya devam edecekti. Ancak Pir Raman'ın bu saldırısı, Asur Kralı'nı korkutarak geri çekilmesine sebep olmuştur. Asur Kralı II. Aşurnasirpal'ın geri dönme kararı almasında, Bunas Kalesi Kumandanı General Mujen ve Larbusa Kalesi Kumandanı General Kuryar'ın, Pir Raman ile işbirliği yapmasının büyük bir etkisi olmuştur.
Tarih boyunca Asur Kralları, ödenmeyen vergiler ve kendilerine karşı yapılan başkaldırıları bahane ederek, dağ krallıklarına saldırıp şehirlerini ve kalelerini yağmalamışlardır. Asur Kralı II. Aşurnasirpal'ın Dagara Krallığı'na yaptığı ilk saldırının nedeni de Kral Pir Raman'ın ona başkaldırmasıydı. Asur Kralı, Dagara'ya yaptığı ilk saldırıdan hemen sonra, neredeyse hiç zaman kaybetmeden ikinci bir saldırı için tekrar Dagara Krallığı'na doğru yola çıkmıştır. Bu ikinci saldırının gerekçesi hakkında Asur Kralı savaş yıllıklarında bir açıklama yapmamıştır. Ancak açıkça görülmektedir ki, bu saldırının amacı, Kral Pir Raman'ın dağda yaptığı saldırının intikamını almaktır.
Asurlar, bir yıldan kısa bir süre ara verdikten sonra, MÖ. 879 yılında yeniden Dağ Krallıklarına yöneldiler. Coğrafi olarak belirtilirse, bu kez Asur ordusu Kürdistan’ın kuzeybatısına doğru hareket etmişti. II. Aşurnasirpal’ın ordusu, Kaşyar Dağı’nı geçtikten sonra Nairi topraklarına yöneldi ve bu sefer Madara Kalesi’ni hedef aldılar.
Asurlar, Madara adlı kale şehirden bahsederken, bu şehrin güçlü yapısına dikkat çekerek, 'Sağlam bir şekilde inşa edilmiş ve dört bir yanı surlarla çevrilmiş, yıkılmaz bir kaleye sahip olan bu şehri Kral Labtur, Tupuso’nun oğluna yönetiyordu' şeklinde endişelerini dile getiriyorlar. Madara Şehri'nin Kralı, Asur ordusuyla savaşmayıp teslim olmayı ve vergi ödemeyi kabul etti. Böylece Asur Kralı, şehri haraç ödemeye zorladı.
Ancak, Madara Şehri'nin Kralı, Asurların taleplerini kabul etmekle zulme uğramaktan kurtulamadı. Asur Kralı II. Aşurnasirpal, şehri talan ettikten sonra tamamen yok etti. Madara Kralı'nın hiçbir şart öne sürmeden teslim olması, şehrin yıkılmasına sebep oldu. Günümüzde Madara Kalesi, Mardin olarak bilinmektedir ve Kaşyar Dağı'na oldukça yakındır. Asur Kralı II. Aşurnasirpal, MÖ. 878 yılında ordusunu Kalah/Kalhu'dan (Nimrud şehri) Tabidy Şehri’ne doğru gönderdi. Bu sefer, daha önce zorla haraca bağladığı Dağ Krallıkları'nın sadakatini test etmek amacını taşıyordu. Bu nedenle hızlı bir şekilde ovalardan ve nehirlerden geçerek ilerledi. Mola verdiği yerler ise, daha önce fethettikleri şehirlerdi.
Sonraki adımda, MÖ. 866 yılında Asur Kralı II. Aşurnasirpal, Batı Kürdistan’ın günümüz sınırlarına doğru bir adım daha atarak, ordusunu Kibanu Krallığı’na yönlendirdi ve Huzirna Şehri’nden haraç aldı. Kibanu Krallığı günümüzde Kobani olarak bilinmektedir. Asur ordusu, Huzirna Şehri’nden sonra Fırat Nehri’ni geçerek, nehrin yukarısına doğru ilerledi. Ardından Kubu Dağı’nı geçip, Hati Krallığı’na ulaşmadan önce Aşa ve Habhuda krallıklarının şehirlerini ele geçirdi. Daha önce Asurların, Hati adını bölgedeki arazi ve halk için kullandığını belirtmiştim. Gerçekten de Habhuda toprakları, Kaşyar Dağı çevresindeki alanları kapsıyordu. Asurlar buraya geldiğinde, Habhuda topraklarında yaşayanlar büyük bir korkuya kapıldılar ve bu durumu fırsat bilen Asurlar, bölgeyi ele geçirdiler.
Asurlar, ordularını Amadanu Dağı’ndan geçirerek Brzaniştun Şehri’ne ulaştılar. Oradan Damdamusa Şehri’ne saldırarak, şehri işgal ettiler. Asur ordusu, şehrin halkını kılıçtan geçirip büyük bir katliam gerçekleştirdi. Öldürdükleri kişilerin kafalarını keserek, Amedu Şehri'nin giriş kapısının önüne yığdılar. Amedu Şehri, önemli bir merkezdi ve günümüzde bu şehir Emed olarak bilinmektedir.
Asur Kralı II. Aşurnasirpal, MÖ. 866 yılında Kürt Krallıkları'na yönelik askeri saldırıları sırasında, Barzanıyan adını iki kez anmıştır. İlkinde, Amadanu Dağları'ndan geçerken Barzaniştun Şehri'ni anarak, bu şehri talan edip viraneye çevirdiğini belirtir. İkinci kez ise, Barzaniştun Şehri'ni ele geçirip, halkını kılıçtan geçirerek katlettikten sonra, şehri viran ettiğini ifade eder. Kral, bu saldırıyı şu şekilde anlatır: 'Ben Barzanya ve Dekona şehirlerine saldırarak, her ikisini de viran ettim.'
Bu durumda, Asur Kralı II. Aşurnasirpal, ilk seferinde 'Barzaniştun', ikinci seferde ise aynı şehir için 'Barzana' ismini kullanmıştır. Barzana (ya da Barzaniştun) şehri, coğrafi olarak Kaşyar Dağı'nın kuzeybatısında yer almaktadır. Kaşyar Dağı günümüzde, kuzey Kürdistan’daki Mardin vilayetinin Derik ilçesi yakınlarına denk gelmektedir. Amadanu Dağı ise Diyarbakır’a oldukça yakındır. Yani, Barzani Şehri, Diyarbakır'ın yaklaşık 40 kilometre kuzeybatısında konumlanmaktadır.
Asurlar, bulundukları yerlerde toplu öldürme ve kesik kafa yığınları oluşturma gibi korkunç uygulamalarıyla, halk üzerinde büyük bir dehşet ve korku yaratmayı amaçlamışlardır. Bu yöntem, aynı zamanda işgal ettikleri bölgelerdeki halkı sindirerek, onları haraç vermeye zorlamayı hedefliyordu. Asurlar, küçük Kürt Krallıkları'nı işgal ederek, bu krallıkların kazançlarını almak ve onları vergi ödemek zorunda bırakmak istemiştir. Ancak buna rağmen, Kürt erkekleri çoğu zaman Asur zulmüne karşı direnmiş ve inşa ettikleri kale şehirlerde ölene kadar savaşmaya devam etmişlerdir.
Sonuç olarak, Asurlar bu krallıkların topraklarında uzun süre kalamamışlardır. Bir süre sonra, işgal ettikleri yerleri terk ederek kendi topraklarına dönmüşlerdir. Bu durum ise Kürt krallıklarının kısa süre içinde toparlanmalarına ve kendilerini yeniden güçlendirmelerine olanak sağlamıştır.