1983 yılına gelindiğinde, Türkiye'de silahlı muhalefetin büyük ölçüde bastırıldığı düşünülüyordu. 1981 yılında siyasi cinayetler 456'ya, 1982'de ise 124'e gerilemişti. Ancak bu sakinlik yanıltıcıydı ve sonraki yıllar, yeni bir silahlı direnişin habercisiydi. Ağustos 1984’te PKK (Kürdistan İşçi Partisi), Kürt bölgesindeki Türk kuvvetlerine karşı ani saldırılara başladı. Bu, Türkiye'nin doğusunda ve güneydoğusunda yeni bir dönemin başlangıcını işaret ediyordu. Bu eylemler, on yıl boyunca devam etti ve 12.000'den fazla kişinin hayatını kaybetmesine, binlerce kişinin ise yaralanmasına sebep oldu. Çatışmalar, sadece can kaybına yol açmakla kalmadı, aynı zamanda bölgedeki sosyal ve ekonomik yapıyı da derinden sarstı. PKK'nın yükselmesi, sessiz bir stratejiyle planlı bir şekilde gerçekleşti. Abdullah Öcalan, 1971 askeri darbesi sırasında Ankara'da öğrenci olan ve sol görüşlü gruplarla bağlantısı bulunan bir figürdü. Marksizm-Leninizm temeline dayanan bir Kürt ulusal hareketi başlatma fikri, Öcalan’ın siyasi kimliğini şekillendirdi. 1974'te ilan edilen afla cezaevinden çıktıktan sonra altı arkadaşıyla birlikte bu hedefi gerçekleştirmek için harekete geçti. Öcalan ve destekçileri, 1975’te Kürt bölgelerine geçerek Urfa, Elazığ, Tunceli, Gaziantep ve Maraş gibi şehirlerde bir sempatizan ağı kurmaya odaklandılar. Bu dönemdeki çalışmalar, sonraki saldırıların temelini oluşturdu.
Başlangıçta 'Apocular' olarak bilinen grup, Türkiye’deki diğer Kürt hareketlerinden farklı bir yaklaşım sergiliyordu. Üyeleri çoğunlukla kırsal ve kentsel proletaryadan geliyordu ve örgütlenme biçimleri, halkın farklı kesimlerine hitap etmeyi başarıyordu. PKK, Kürt milliyetçiliğini sınıf mücadelesiyle birleştirerek daha geniş bir destek kitlesi kazandı. Bu yenilikçi yaklaşım, örgütün hızlı bir şekilde büyümesini sağladı. Kurucu üyeler, kaybettikleri Kürt kimliğini yeniden inşa etme isteğiyle sert ve tavizsiz bir yapıya sahipti; bu durum PKK'nın ideolojisini ve eylemlerini şekillendirdi. 1977 yılına gelindiğinde, Apocular, Kürt halkının düşmanlarını faşist gruplar, devlet ajanları ve işbirlikçi Kürt toprak sahipleri olarak tanımlamışlardı. Bu dönemde örgüt içindeki ideolojik ve stratejik tartışmalar yoğunlaştı. 1978’de PKK adını alarak, belirledikleri hedeflere yönelik saldırılarını artırdılar ve toprak sahipleri ile yerel otoritelere karşı eylemler gerçekleştirdiler. Ağustos 1979’da, yerel bir toprak sahibi ve milletvekili olan Celal Bucak’a yönelik suikast girişimiyle Siverek bölgesinde uzun süren bir kan davası başlattılar. Bu saldırı, bölgedeki diğer aşiretler ve yerel güçlerle olan ilişkileri karmaşık hale getirdi.
1980 askeri darbesinin ardından 1.790 PKK üyesi tutuklandı ve birçok sempatizan gözaltına alındı. Ancak bu baskılar, PKK'nın faaliyetlerini durdurmak yerine, örgütün liderlerinin Suriye'ye kaçmalarına ve daha geniş bir strateji geliştirmelerine yol açtı. 1980-1983 yılları arasında askerî yönetim döneminde PKK, gizli bir şekilde faaliyetlerine devam etti. Bu süre zarfında, örgüt yeniden yapılanarak uluslararası ilişkilerini güçlendirmeye başladı. 1981'de düzenlediği ilk konferansta, geçmişteki Kürt gruplarıyla yaşadığı çatışmalar için pişmanlık duyduğunu belirterek bölgedeki Kürt ittifaklarını sağlamlaştırmaya çalıştı. Örgüt, Kuzey Irak’ta güvenli üsler kurmak amacıyla çeşitli ilişkiler geliştirip stratejik işbirlikleri yaptı. 1983’te Türk ordusunun karşı hamleleri ağır kayıplara yol açmış olsa da, PKK bu dönemde Kuzey Irak, Suriye ve İran sınır bölgelerinde operasyon alanını genişletti. Bu genişleme, örgütün sınır ötesi operasyon yapabilme kabiliyetini ve lojistik kapasitesini önemli ölçüde artırdı. PKK, bölgedeki Kürt halkının desteğini kazanmak amacıyla yerel sorunlara odaklanarak etkisini artırmayı başardı.
PKK'nın bu süreçteki en büyük avantajlarından biri, Türkiye'nin Kürtlere yönelik politikasından doğan hoşnutsuzluktan yararlanmasıydı. Irak ve İran'daki Kürtlerin direniş hareketi, PKK'ya yeni fırsatlar sundu. Örgüt, bu durumu fırsata çevirerek bölgede gücünü pekiştirdi ve Türkiye ile komşu ülkelerdeki Kürt hareketleri arasında bağlantılar kurdu. Bu strateji, PKK'nın hem ulusal hem de uluslararası düzeyde tanınmasını sağladı ve onu bölgede önemli bir aktör haline getirdi. PKK, Türkiye'ye geri dönmeye hazırdı. 1982’deki 2. Kongresi’nde üç aşamadan oluşan bir strateji geliştirdi: savunma, denge ve saldırı. Bu strateji, gerilla savaşı ile başlayıp geleneksel savaşa dönüşen bir süreçle Türk güçlerini Kürdistan'dan çıkarmayı hedefliyordu. İlk bakışta basit ve kaba görünen bu strateji, PKK'nın kendi koşulları içinde gelişti ve Türk devletini, aşırı geleneksel gücüne rağmen, Kürdistan'da savunma pozisyonuna çekmeye zorlayan etkili bir ilk aşama uygulandı. Örgütün çabaları, devletin kontrol sınırlarını aşma ve güvenlik güçleriyle doğrudan çatışmalardan kaçınma üzerine odaklanmıştı. Bu strateji, PKK'ya esneklik kazandırarak bölgede sessiz ama etkili bir hareketlilik yaratmış oldu.
Bu plan, değişen sosyal ve politik koşulları iyi değerlendiren bir stratejiydi. Türkiye'nin kırsal alanlarında, uzun yıllar boyunca ülke yaşamının pek çok yönünü kontrol eden ve hala yerel yönetimle arabuluculuk yapan ağalardan duyulan hoşnutsuzluk hızla artıyordu. Demokrat Parti ve Adalet Partisi tarafından uzun yıllar boyunca kurulan sistem, artık yavaşça çürümeye başlamıştı. Fakat bölgede hâlâ sınırlı sayıda toprak sahibinin büyük bir gücü vardı. Kırsal kesimde nüfusun %3'ünden daha azı, çoğunlukla ekilmeyen araziler de dahil olmak üzere, ekilebilir arazinin %60'ına sahipti. Hakkâri gibi illerde, toprak sahipleri oyların büyük bir kısmını yönlendiriyor ve siyasette önemli bir yer tutuyordu. 1983 seçimlerinde, bu durumun somut bir örneği görüldü. Bir toprak sahibi, köylülerine ANAP'ı desteklemeleri talimatı vererek toplam il oylarının %9'una denk gelen 5.000'den fazla oy topladı. Sadece birkaç kişi bu yönergeye karşı çıktı. Toprak sahipleri, köylülerin temel ihtiyaçlarını karşılayarak onlara bağlılık sağlıyor ve onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriyordu. Seçilenlerin gündeminde, bölgenin çıkarlarını savunan yol onarımları, klinikler ve okullar gibi konular bulunuyordu. Köylüler, bu çıkarların kendileri için önemini bildikleri için bu düzene boyun eğiyorlardı.
Köylüler, giderek daha fazla hoşnutsuz oluyordu; ancak çoğu zaman ağaların otoritesine karşı doğrudan çıkmakta çekiniyorlardı. 1979'da, Siverek civarındaki Bucak topraklarında faaliyet gösteren bir Kürt milliyetçi grubu olan Ala Rizgarî, bir köyde toprak sahibine karşı kitlesel bir protesto düzenledi. Yaz sıcağında yüzlerce köylü toprakları boyunca yürürken, lüks bir Mercedes aracın protestocuların önüne çıkıp durdu. İçinden toprak sahibi indi ve alaycı bir şekilde, “Liderleriniz bunlar mı?” diye sordu. Şaşkına dönen köylüler, sessizliğe gömüldü. Bucak, köylülerin evlerinden birini işaret ederek, “Neden o evi buluşma yeri olarak kullanmıyorsunuz? Buzdolabını ve mobilyaları onarırım, burada sıcak günlerde buluşabilirsiniz,” dedi ve alandan uzaklaştı. Köylüler, her zamanki gibi onun talimatlarına uyarak hareket ettiler. PKK, bu feodal yapıyı hedef alarak köklü bir değişim başlattı. Toprak sahiplerine yönelik saldırılar düzenleyerek, mevcut sisteme karşı durmayı ve devleti zor durumda bırakmayı amaçladı. Bu yöntemle PKK, devlete karşı etkili bir muhalefet sergileyerek, devletin halkını koruma konusunda yetersiz kaldığını gözler önüne serdi ve güvenlik güçlerini sert bir şekilde eleştirdi. Ekim 1984’te, Yüksekova’da Cumhurbaşkanı Kenan Evren'i korumakla görevli birliğin üç üyesini öldürmeleri, örgütün bölgedeki gücünü gösterdi. Ardından, Hakkâri’nin Çukurca ilçesinde sekiz askeri pusuda öldürerek saldırılarına devam ettiler. 1985 baharında, Siverek’teki büyük çatışmada 60’tan fazla kişi hayatını kaybetti. Bu çatışma, PKK’nın ulusal çapta dikkat çekmesine neden oldu.
Ağustos 1985'e gelindiğinde, bölgede yaklaşık 70 silahlı olayda 200 civarında ölüm yaşandığı bildirildi. 1970'lerin sonlarındaki çatışmalarla kıyaslandığında hâlâ küçük ölçekli görünse de, PKK'nın eylemleri, devlet otoritesine karşı çıkan ve giderek artan bir psikolojik etki yaratan bir tehdit haline gelmişti. Genelkurmay istihbarat yetkilileri, ayrılıkçı hareketlere karşı baskı kurduklarını iddia edebilseler de, PKK'nın düzenli saldırıları, devletin otoritesini sürekli olarak test eden bir durum oluşturuyordu. PKK, yarattığı korku atmosferiyle bölgeye kalıcı bir etki bırakmıştı. Örgüt, Kürdistan'daki muhafazakâr yapının merkezine acımasızca saldırarak, dinsiz bir ateizm ve toplumsal devrim ideolojisini savunuyordu. Bu durum, sıradan Kürt halkı arasında büyük bir kararsızlığa yol açtı. Birçoğu, örgütün şiddetinden korkarken, bazıları sistemin ve geleneksel yaşam biçimlerinin tehdit altında olmasından duyduğu nefreti dile getiriyordu. Diğerleri ise gizlice veya açıkça örgütün cesaretine hayran kalıyordu. Bu duygular, PKK'nın 1987-88 yıllarında devlet tarafından silahlandırılan köylülerle çatışmaya başladığı dönemde belirgin etkiler yarattı. Bu süreçte örgüt, güvenlik güçlerine ve yerel otoritelere yönelik başarılı saldırılar düzenleyerek, devletin bölgede kontrolü sürdürmesini daha da zorlaştırdı ve kendi varlığını daha belirgin hale getirdi.
PKK'nın yerel destekçilerine yönelik saldırılar sonucunda, hükümet köylülerin kendilerini savunabilmeleri amacıyla adımlar attı. Nisan 1985'te, Köy Kanunu'nda yapılan değişiklikle, 'geçici koruculara' devlet desteği sağlanarak, giderlerinin karşılanması mümkün kılındı. Bu uygulama, cumhuriyetin ilk yıllarındaki Hamidiye Alayları ve Irak’taki caş sistemine benzerlik gösteriyordu. Koruculuk sistemine katılan ilk aşiretler genellikle sağcı ve aşırı sağcı partilerle bağlantılı olup, PKK ile çatışan aşiretlerdi. Bu aşiretler arasında Jirk, Pinyanişi, Goyan ve Memxuran yer alıyordu. Hükümet, genellikle suçlu olarak kabul ettiği aşiretleri bile korucu olarak kullanma konusunda tereddüt etmedi. Bunlardan en ünlüsü, 1975'te altı jandarmayı öldürdüğü için aranan Jirk aşireti lideri Tahir Adıyaman'dı. Adıyaman, hükümetle yaptığı pazarlıklar sonrası sembolik bir yargılama ile serbest bırakıldı ve Bğytüsşebap bölgesinde koruculuk görevini aşiret üyelerine verdi. Bir diğer aşiret lideri ise koruculuk görevini vermeden önce oğlunun serbest bırakılmasını istedi. 1990 yılına gelindiğinde, korucu sayısı 20.000'e, 1993'te ise 35.000'e ulaşmıştı.
Koruculuk sistemi, ekonomik zorlukları fırsata çevirerek yaygınlaştırıldı. 1992'de bölgedeki kişi başına düşen yıllık gelir 400 doları bulmayan yoksul bölgelerde, korucuların maaşı aylık 230 dolar civarındaydı. Ancak çoğu zaman korucular maaşlarını tam olarak alamıyordu. Ağalar bu maaşları aralarında paylaşıyor ve geleneksel yardımlarıyla toplumsal güçlerini pekiştiriyordu. Van'daki Alan Aşireti reisi Sadun Seylan, 26 köydeki 500 korucu için aylık 115.000 dolar gelir sağlıyordu. Sistem, yozlaşmayı da beraberinde getirdi. Bazı yetkililer ve ağalar, sahte kayıtlar oluşturarak yasadışı faaliyetlerle ilişkili gayriresmî düzenlemeler yaptı. Bazen sözde savaşlar düzenleyerek hükümetten tazminat talep eden korucular olduğu iddia ediliyordu. Hatta bazı korucuların gelirlerini PKK'ya aktardığına dair yaygın söylentiler mevcuttu.
Bu dönemde, bazı ağalar güçlerini toprakları mülksüzleştirme aracı olarak kullanmaya başladı. İslamcı gruplar, Mardin çevresindeki Süreyani ve Ezidi köylülerini topraklarından çıkarırken, benzer olaylar Maraş'taki Alevi köylerinde de yaşandı. Mağdurlar, dava açmanın bir anlamı olmadığını biliyorlardı. 1992’de Mardin’de sekiz sivilin korucular tarafından vurulması, ancak dikkatli bir savcı sayesinde faillerin ortaya çıkmasıyla gerçekler gün yüzüne çıktı. Ağalar, güvenlik güçleriyle kurdukları ilişkiler sayesinde yerel ekonomik çıkarlarını pekiştirdi. Tahir Adıyaman'a verilen inşaat işleri gibi örnekler, bu sistemin nasıl kârlı hale geldiğini ve katılımcıların bu sistemi sürdürme motivasyonlarını gösterdi. Hükümet, aşiret sistemini ve haraççılığı, Atatürk'ün mirasına ve toplumsal barışa ters bir şekilde finanse etti. Bu sisteme katılmayan aşiretler ise baskıya uğrayarak köylerinden sürüldü ve bazıları zorla göç ettirildi.
1985 yılına gelindiğinde, hükümet Suriye sınırında tel örgü inşa etmeye başladı. Ancak, Irak sınırındaki sarp dağlar nedeniyle çitlerle bu sınır çevrilemedi, bu yüzden köy korucuları, PKK'nın erişim yollarını kesme ve ikmal hatlarını engelleme açısından kritik bir rol üstlendi. 1987 yılının başlarında, PKK köy korucularına karşı yoğun saldırılar gerçekleştirmeye başladı. İki yıl süresince Mardin, Siirt ve Hakkâri'deki köy korucuları ve ağa ailelerine yönelik saldırılarda çok sayıda erkek, kadın ve çocuk hayatını kaybetti. Bu katliamlar, köy korucuları üzerinde büyük bir korku yaratırken, aynı zamanda PKK'ya karşı misilleme yapılmasına da yol açtı.
PKK, köy koruculuğu sisteminin zayıflıklarını ortaya koydu. Birçok korucu birliği yalnızca birkaç kişiden oluşuyor ve iletişim araçlarından yoksundu. Bu durum, PKK'nın ani baskınlarla köy korucularını kolayca hedef almasına neden oluyordu. Bu sebeple güvenlik güçleri, köy korucularına destek sağlamaya çalıştı. 1987'de korucu sayısı 20.000'den 6.000'e düştü, ancak yeni aşiretlerin katılımıyla sayı yeniden arttı. Eylül 1989'da PKK, on üç aşireti hedef alacağını duyurdu ve bazı aşiret liderlerine sert saldırılarda bulundu. Van’daki Alan aşiretinin lideri Sadun Seylan’ın oğlu ve iki kuzeni öldürüldü. Bazı korucular silahlarını teslim etmeyi düşünseler de, bu durum PKK'nın misillemelerine karşı güvence sağlamıyordu.
PKK’nın sert yöntemleri, kendi içinde de sorunlara yol açtı. Mesud Barzani, PKK ile KDP arasındaki anlaşmayı feshederek, 'PKK, tüm Kürt halkının nefretini kazanıyor' dedi. Bu kısmen doğruydu çünkü halk aynı zamanda güvenlik güçlerinin sert tutumuna da tanıklık ediyordu. Çatışmalar, büyük bir göç dalgasına neden oldu. PKK, köy korucularının desteğini kaybetmeye başlayan hatalar yaptı. Jîrk aşiretleri köy koruculuğundan çekilirken, Tahir Adıyaman’ın PKK’dan af isteyen elçilerini öldürmesi, aşiretleri yeniden koruculuk sistemine yönlendirdi. Ocak 1991’de PKK'nın af politikalarını değiştirmesi biraz gecikmişti ve köy korucularının sayısı artmaya devam etti. PKK’nın mücadelesinin başka bir boyutu ise sınır güvenliğinin sıkılaştırılmasıyla daha da önem kazandı. 1985'te Kürdistan Halk Kurtuluş Cephesi (ERNK) kuruldu. ERNK, PKK’nın ikmal hatları, üsleri ve sivil destek ağları için merkezi bir yapı kurarak kitle desteğini hızla arttırdı. PKK'nın devlet için ciddi bir tehdit haline gelmesinin nedeni de bu genişleyen halk desteğiydi.
Hükümet, PKK tehdidini ortadan kaldırmak amacıyla terörü dengelemeye çalışarak baskıyı artırmaya yöneldi. Bu yaklaşım, gelişmiş bir toplumda etkili olabilirdi, ancak yoksul ve geleneksel dayanışma yapılarının çökmüş olduğu Kürdistan'da çatışmaları daha da şiddetlendirdi. 1980 Askerî Darbesi, Kürdistan'da baskıyı artıran bir yönetimi beraberinde getirdi. Ordu, sol gruplarla mücadele etmektense, esasen Kürt isyanını kontrol etme konusunda deneyime sahipti. Bu doğrultuda, Kürtçe kullanımını yasaklayan 2932 Sayılı Yasa çıkarıldı. Yönetim, okur-yazar kesimini etkileyen bu yasakla yetinmeyip, köylerde de Kürt kimliğine dair her türlü belirtinin yasaklanmasını hedefledi. 1982'de Milli Eğitim Bakanı, valilere türkülerin yalnızca Türkçe söylenmesi talimatı verdi. Kürtçe isimler verilmesi engellenmeye çalışıldı ve binlerce köyün ismi değiştirilerek Türkçeleştirildi.
1987'de OHAL, sekiz Kürt şehrine genel vali atanarak ve geniş yetkiler verilerek uygulamaya girdi. Bu yetkiler, köy tahliyeleri ve sınır dışı etme gibi uygulamaları kapsıyordu. Güvenlik güçleri, keyfi tutuklamalar ve şiddet eylemleriyle halkı baskı altında tuttu. Çoğu zaman halk, PKK'ye destek verdikleri iddiasıyla gözaltına alınarak işkenceye tabi tutuluyordu. Bu durum, PKK'nın halktan daha fazla destek toplamasına olanak sağladı. Gözaltı koşulları, insan hakları ihlalleriyle doluydu; işkence, cinsel saldırı ve diğer şiddet biçimleri yaygın olarak kullanılıyordu. Diyarbakır Cezaevi, bu baskının simgelerinden biri haline geldi; 1961-1984 yılları arasında en az 32 tutuklu resmi kayıtlara göre hayatını kaybetti, ancak gayriresmî verilere göre bu sayı daha yüksekti. Köy tahliyeleri 1987'den itibaren hız kazandı ve 1994 yılına gelindiğinde, tahliye edilen ve yıkılan köy sayısı 2.000'i aşarak, 750.000'den fazla insan evsiz kaldı. Bu dönemde, kaçakçılık ve PKK faaliyetleri daha fazla iç içe geçerek, sınır bölgelerinde güvenlik risklerini artırdı. Jandarma, yerini düzenli ordu birliklerine bırakmaya başladı. Uygulanan baskı ve zulüm politikaları, bölge halkının güvensizlik duygusunu pekiştirdi ve PKK'ye duyulan desteği artırdı. Yaşam koşulları kötüleşti, toplumsal gerilimler derinleşti.
Türkiye'nin sınırlarında yaşanan çatışmalar, dış destek arayışını zorunlu hale getirdi. Türkiye, komşu ülkeleriyle iş birliği yapmayı hedeflese de, Suriye Türkiye'nin taleplerini kabul etse de bunları uygulamada başarısız oldu. 1988 yılı Nisan ayında, PKK Lazkiye'de 300'ün üzerinde kişinin katıldığı iki haftalık bir kongre düzenledi. İran, PKK'ye destek verme konusunda mesafeli bir tutum sergileyerek, Türkiye'ye herhangi bir güvence sağlamayı reddetti. Ayrıca, İran, müttefiki olan KDP'ye karşı Türkiye'nin düzenlediği saldırılardan ve muhaliflerine sağladığı sığınaktan rahatsızlık duyuyordu. Türkiye, Irak ile sıcak takip anlaşması yaparak destek aldığı düşüncesindeydi. Ancak PKK'nın, Bağdat'a KDP ve Türk askerlerinin hareketleriyle ilgili bilgi sağladığından habersizdi. 1988 yılı Ağustos ayında 60.000, 1991 yılı Nisan ayında ise yaklaşık 500.000 Kürt mültecisinin Türkiye'ye gelmesi, Türkiye’deki Kürtler arasında ulusal duyguları güçlendirdi ve Ankara'yı politikasını yeniden gözden geçirmeye zorladı.
PKK, 1988 yılının Mayıs ayında KYB ile bir ittifak kurarak, KDP'nin desteğini kaybetmesini telafi etmeye çalıştı. KYB'nin bölgesi Türkiye'nin misillemelerine karşı daha güneyde bulunduğundan, bu ittifak daha az risk taşıyordu. Ancak KYB'nin desteği, PKK için sınırlı fayda sağladı çünkü PKK, Behdînan'da güçlü bir üs kurmayı başaramadı. Türkiye, Suriye sınırındaki güvenliği artırırken, PKK da Tahran'dan daha fazla destek arayarak Pasdaran’dan silah tedarik etmeye başladı. Şubat 1988'de Başbakan Özal, PKK'nın doğu sınırını geçtiğini dolaylı olarak kabul etti ve İran'dan sınır güvenliği konusunda iş birliği talep etti.
PKK ile devlet arasındaki çatışma, Kürt nüfusunu giderek daha radikal bir hale getirdi. Hükümet, merkezi otoriteyi destekleyen sağcı ve dindar ailelere güveniyordu, ancak ekonomik zorluklar ve gençlerin otoriteyi sorgulamaya başlaması, bu ailelerde hükümet yanlısı tutumların zayıflamasına neden oldu. Ailelerin genç bireyleri, ekonomik koşullar yüzünden köylerinden uzaklaştıkça geleneksel bağlar zayıfladı. Bu değişim süreci, 1990 yılında belirginleşti. Mart ayında, PKK'nın düzenlediği saldırılar, güvenlik güçlerine karşı yükselen sivil direnişin gölgesinde kaldı. PKK şehitlerinin aileleri, ilk kez cenazelerini devletten talep etmeye cesaret etti ve bu cenazeler halkın katılımıyla kitlesel protestolara dönüştü. 20 Mart'ta Cizre'de 10.000 kişilik bir protesto yapıldı, ardından Mardin ve Siirt'te sokağa çıkma yasakları ilan edildi. Mart ayında 100'ün üzerinde sivilin hayatını kaybetmesi, 1989'un ilk yarısındaki 16 ölümle kıyaslandığında büyük bir artışı işaret ediyordu. Nusaybin Belediye Başkanı'nın PKK'ya destek veren açıklamaları, görevini kaybetmesine yol açtı. Aynı yıl PKK, sivillere yönelik saldırıları durdurarak, insan hakları ihlalleriyle suçlanan devleti hedef aldı ve köy korucularına af ilan etti.
Bu gelişmeler, Kürt isyanı hakkında Türk kamuoyunda ilk kez ciddi bir tartışma başlattı. Halk arasında yaygın görüş, Kürtlerin güvenlik güçleri tarafından sert şekilde bastırılması gerektiği yönündeydi. Ancak, politikacılar arasında ordunun bölgede etkili bir çözüm sunamadığına dair bir farkındalık oluştu. Bu durum, devleti iki yönlü bir tutum benimsemeye zorladı: Bir yandan orduya destek sağlamak amacıyla katı önlemler alındı, diğer yandan sansür uygulandı. Nisan ayında çıkarılan Kararname 413, bölgedeki olayları yanlış yansıttığı düşünülen yayınların kapatılmasına olanak tanıdı. Bu sansür, hükümetin bilgi savaşını kaybettiği izlenimini yaratarak, yeraltı gazetesi Serxwebûn'un tirajını artırdı. Kararname, Kürtlerin daha sert şartlarla karşılaşacağına işaret etti ve zorla yerleştirme yetkisi genişletildi. İlerleyen aylarda birçok köy yıkıldı ve on binlerce insan evsiz kaldı. Kararname 413'ün ordunun etkisiyle hazırlandığı düşünülse de, Cumhurbaşkanı Özal bu kararı sahiplenerek siyasi risk aldı. Bu sırada Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), kararnameyi Anayasa Mahkemesi'ne taşıdı. Ancak hükümet, yasayı yeniden düzenleyerek Kararname 424 olarak uygulamaya devam etti.
SHP, Güneydoğu’daki durumu ele alarak kimlik ve dil özgürlüğü, köy koruculuğunun kaldırılması, olağanüstü hâl valiliğinin sona erdirilmesi ve bölgesel kalkınma projeleri gibi önerilerde bulundu. Ancak bu öneriler, Kürtler arasında şüpheyle karşılandı. Parti içindeki Kürt milletvekilleri ve üyeleri, devlet politikalarına yönelik eleştirileri nedeniyle ya tasfiye edildi ya da istifa etti.1991 yılı başlarında, Mesut Yılmaz, Kürtçenin Türkiye'nin ikinci resmi dili olması gerektiğini savunarak dikkatleri üzerine çekti. Cumhurbaşkanı Özal ise Kuzey Irak’ta bir Kürt özerk bölgesini desteklediğini açıkladı. Bu siyasi gelişmelerin ortasında, Abdullah Öcalan, ayrılma hedefinden vazgeçtiğini ve Türkiye'ye ihtiyaç duyduklarını ifade etti. Ancak hükümet yetkilileri, PKK’nın bu tutum değişikliğine siyasi bir yanıt veremediler. Çatışmalar ve baskılar devam ederken, Kürt sorununun Türkiye'nin en ciddi iç meselelerinden biri olduğu genel olarak kabul edildi. Cumhurbaşkanı Özal, PKK'yi askeri yöntemlerle yenmenin gerekliliği ile Kürt nüfusunu uzlaştırma ihtiyacı arasında sıkışıp kaldı. 1990 yılındaki raporlar, PKK'nın Botan ve Diyarbakır’da büyük bir destek bulduğunu ortaya koydu.
1991 baharına gelindiğinde, Ankara, Kürt sorununu çözmek için bazı adımlar atmaya başladı. Şubat ayında, Özal, 2932 Sayılı Kanun’un kaldırılması için meclise bir bilgi taslağı sundu. Bu adım, Kürtçe kullanımını yayın ve eğitim dışında serbest bırakmayı hedefliyordu. Kürtçenin serbestçe konuşulabildiği ve müzik kasetlerinin serbestçe satıldığı Kürdistan dışında, İstanbul sokaklarında da bu durum yaygınlaşmıştı. Ancak bu değişiklik Türkler arasında tepki uyandırdı ve Özal bu reformu ertelemek zorunda kaldı. Kürt sorunu daha ciddi bir hal almıştı; 1984’ten bu yana yaklaşık 2.500 kişi hayatını kaybetmişti. Özal’ın Irak’taki Kürt liderleriyle görüşmeye başladığını açıklaması, Kemalist gelenekten sapma olarak değerlendirildi. Bu durum, Irak Kürtleriyle müzakere gerekliliği ve Ankara’da yarattığı tartışmalar nedeniyle Türkiye’deki Kürtler arasında daha fazla tepkiye yol açtı. 12 Nisan’da Özal, 2932 Sayılı Kanun’u meclisten geçirdi. Aynı gün, terörizmi daha geniş bir şekilde tanımlayan sert bir Terörle Mücadele Yasası çıkarıldı. Bu yasa, devletin katı yapısını yumuşatmaya yönelik herhangi bir demokratik girişimi bile hedef alıyordu.
Aralık 1991’de, Türkiye’de yayımlanan ilk Kürtçe gazete olan Rojname’nin basılmasına izin verildi. Bu gelişmenin ardından diğer Kürtçe yayınlar da ortaya çıkmaya başladı, ancak sürekli devlet müdahalesiyle karşılaştılar. Aynı dönemde, Saddam’ın baskısından kaçan yarım milyon Kürt Türkiye sınırına akın etti. Bu durum, Ankara’yı iki karşıt politika izlemeye zorladı: Bir yandan Terörle Mücadele Yasası çerçevesinde Kürtlere yönelik baskılar artarken, diğer yandan Irak’taki Kürt partileriyle diyalog başlatıldı. PKK, bu süreçte uzlaşma arayışına girdi ve mart 1991’de bir sözcüsü, Türkiye içinde federalist bir çözüm önerisini kabul edeceklerini belirtti. Altı ay sonra gazeteci İsmet İmset’in sorusuna Abdullah Öcalan, 'Şüphesiz, önerdiğimiz budur' şeklinde cevap verdi. Bu, bağımsızlık hedefinden vazgeçilerek müzakerelere dayalı bir çözüm arayışını işaret ediyordu. Cumhurbaşkanı Özal, federal bir sistem üzerine tartışmalara açık olduğunu ifade etti. Bir ay sonra Öcalan, PKK’nın tutuklu üyelerinin serbest bırakılması, Kürt bölgelerindeki çatışmaların sonlandırılması, siyasi faaliyetlerin serbest bırakılması ve bir ateşkesin devam etmesi karşılığında müzakerelere başlamaya hazır olduklarını belirtti.
Ancak bu talepler, Türk liderleri için kabul edilemezdi. PKK, Türk siyasi sistemine sızıyormuş gibi görünmeye başladı ve HEP, PKK’nın siyasi kolu olarak algılandı. 1991 seçimlerinde, Güneydoğu'da PKK’nın etkisi belirginleşti. Şırnak’ta oyların %70’i PKK’nın yönlendirmesiyle HEP’e verildi. Bu gelişmeler, SHP ve HEP ittifakının sona ermesine yol açtı. Meclisteki Kürt temsili sembolik bir hale geldi ve Kürt kimliği, Cumhuriyet’in temel ilkelerine meydan okuyan bir unsur olarak görülmeye başlandı. Siyasi alandaki gelişmeler ve Kürt kimliğinin tanınması konusunda yaşanan tartışmalar, ülkenin derin bir bölünme yaşadığını ortaya koyuyordu. Kürt sorunu, artık Türk milliyetçiliğinin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluklardan biri haline gelmişti. Güneydoğu’daki güvenlik durumu kötüleşmiş ve bölgedeki kontrol hızla kaybediliyordu. Mart 1987’de bir hükümet yetkilisi, Kürtlerin varlığını reddetmişken, 1992’de Özal, PKK’nın siyasi sisteme entegrasyonunu destekleyen bir tavır takındı. Ancak Demirel’in liderliğindeki muhafazakârlar bu tür tavizlere karşı çıktı. Yine de, Kürt kimliğinin Türkiye’deki varlığı giderek daha fazla kabul görmeye başlamıştı ve bu, siyasi ortamın geri dönülmez şekilde değiştiğini gösteriyordu.
1992 yılı bahar ayında, Kürt ulusal kimliğinin simgesi haline gelen Newroz kutlamaları sırasında, güvenlik güçleri yaklaşık 100 sivilin ölümüne neden oldu. Bu olay, Türkiye'nin doğusundaki gerilimlerin arttığının bir işaretiydi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, PKK ile bir anlaşma yapmayı amaçlayarak Güneydoğu'daki durumu orduya devretti. O dönemde, ölü sayısındaki artış Özal üzerinde ciddi bir baskı oluşturmuştu. Ağustos 1992’de, Şırnak ilinde, PKK'ya dair asılsız raporlar üzerine büyük bir operasyon gerçekleştirildi, halk evlerini terk etti ve pek çok bina ağır şekilde tahrip oldu. Benzer saldırılar başka bölgelerde de gerçekleşti. 1992 yılı boyunca yaklaşık 2.000 kişi hayatını kaybetti ve PKK, hükümetin otoritesine meydan okuyarak gücünü gösterdi. Eylül ayında, PKK Van yakınlarındaki bir köyde çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 40 kişiyi öldürdü ve ertesi gün düzenledikleri pusu ile 29 askeri şehit etti. Temmuz ayında Irak Kürdistanı’nda uyguladıkları abluka ile sınır ötesi etkilerini de hissettirdiler. Bu süreçte Türkiye, Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük bir askeri operasyon başlattı. Sonbahar aylarında, yüzlerce PKK mensubu öldürülürken, bir kısmı İran’a kaçtı.
Bu dönemde, PKK içinde Abdullah Öcalan’ın liderliği ve stratejileri hakkında tartışmalar başladı. PKK, geleneksel gerilla taktiklerinden uzaklaşarak daha doğrudan çatışmalar arayışına girdi. Ancak Türk ordusunun askeri gücüne karşı başarılı olma şansı oldukça düşük görünüyordu. Ankara, ABD’den aldığı uydu istihbaratı ile de destek buluyordu ve PKK'nın geniş kitleleri harekete geçirme kapasitesi sınırlıydı. Suriye'nin Bekaa Vadisi'ndeki PKK eğitim kamplarının kapanması, örgütü daha da zayıflattı ve Öcalan ciddi eleştirilerle karşılaştı. 1993 yılı başında, Öcalan ateşkes ilan etti ve diyalog çağrısında bulundu. Ancak bu girişim, Özal’ın beklenmedik şekilde ölümünün ardından sekteye uğradı. Şubat ayında Özal, Cumhurbaşkanlığı görevini devretmeden önce Demirel’e yazdığı mektupta, Kürt meselesinin Türkiye’nin toprak bütünlüğü açısından uzun vadeli bir tehdit oluşturduğuna dikkat çekmişti. Özal’ın yerine geçen Demirel, Kürt sorununu siyasi yollarla çözme konusunda isteksiz oldu ve orduya daha fazla yetki verdi. Ateşkesin bozulmasıyla çatışmalar yeniden şiddetlendi. Bingöl’de PKK tarafından düzenlenen bir saldırı, 35 askerin ölümüne yol açtı ve bu olay, ateşkesi sona erdiren önemli bir dönüm noktası oldu.
1993 yılı boyunca, Türkiye'nin doğusunda çatışmalar daha da arttı. Yeni Başbakan Tansu Çiller, ordunun Kürt bölgelerinde operasyonlarına devam etme kararlılığını destekledi. Çatışmalar yalnızca Kürdistan ile sınırlı kalmadı, PKK Türkiye’nin turistik bölgelerine saldırılar düzenleyerek dikkat çekmeye çalıştı. PKK'nin Avrupa’daki Türk hedeflerine yönelik saldırıları, Almanya ve Fransa’daki PKK destekçilerine yönelik baskıların artmasına yol açtı. 1993 yılı sonunda toplam ölü sayısı 10.000’i geçti ve Güneydoğu illeri, sivil kontrolün dışında kalma riskiyle karşı karşıya kaldı. PKK, 1984’ten beri faaliyetlerini genişletmiş ve Türk devletine karşı en ciddi meydan okumalardan birini gerçekleştirmişti. 1993 yılı itibarıyla, Kürt ulusal hareketinin lideri olarak PKK, Kürtlerin desteğini büyük ölçüde kazanmıştı. Ancak, Türk devletini müzakere masasına çekmek oldukça zordu. Bu nedenle, PKK 1993’te tek taraflı ateşkes ilan etti ve savaşı durdurma çağrısında bulundu. Ancak, Özal’ın ölümünden sonra, bu çabalar sonuçsuz kaldı ve çatışmalar hız kesmeden devam etti. PKK, hem Kürdistan'da hem de göç şehirlerinde geniş bir destek bulsa da, devleti diyaloga zorlamak zor olmaya devam etti. Ateşkesin sona ermesi, savaşın yeniden alevlenmesine yol açtı ve Türkiye ile PKK arasındaki çatışma sürdü.
Ekim 1998'de Türkiye, aniden Suriye'nin kuzey sınırına 10.000 asker konuşlandırdı. PKK’yı sınır dışı etmelerini ve Abdullah Öcalan'ı derhal teslim etmelerini talep etti. Suriye ve Lübnan, 1980 Darbesi'nden bu yana PKK'nın ana üssü haline gelmişti. Türkiye'nin bu adımı, İsrail ile gizli bir anlaşma yaptığı izlenimini yaratıyordu. 1994 yılından itibaren Türkiye ve İsrail, güvenlik alanında ortak çalışmalar yapıyorlardı. 1996 yılına gelindiğinde, İsrailli pilotlar Türkiye’nin hava sahasında savaş uçakları uçuruyor ve isyanla mücadeleye dair tavsiyelerde bulunuyorlardı. Bu, ABD'nin bölgedeki stratejisinin bir parçasıydı. Türkiye'nin generalleri tarafından memnuniyetle karşılanan bu durum, bölgenin kutuplaşmasını istemeyen diplomatlar tarafından dikkatle izleniyordu. Suriye, İsrail'in hava saldırısına açık olması ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin işgal olasılığı karşısında, PKK faaliyetlerini hızla sonlandırdı ve Türkiye ile 'karşılıklı güvenlik' temelinde, esas olarak PKK'nın sınır ötesindeki operasyonlarının engellenmesini amaçlayan bir anlaşma imzaladı.
Ancak, Öcalan teslim edilmedi. Sessizce Suriye'den Moskova'ya gitmişti. Kasım ortasında Roma'ya uçtu ve burada sığınma talebinde bulundu, ancak tutuklandı. İtalya, Öcalan için uluslararası tutuklama emri çıkararak Almanya'nın onu iade etmesini bekliyordu. Fakat Almanya, ülkede yaşayan yarım milyon Kürt’ün olası tepkisinden çekinerek bu talebi reddetti. İtalya ise, ölüm cezasının halen geçerli olduğu bir devlete iade etmeyi kabul etmedi ve Türkiye'nin iade talebini geri çevirdi. Ocak ayında Öcalan, Rusya'ya gitti. Lahey’e ulaşmayı umuyordu ancak Hollanda onu kabul etmeyi reddetti. Ay sonunda Atina'ya uçtu. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı'nın ABD'nin baskısı altında kaldığına şüphe yoktu. Şubat ayında Öcalan, CIA’in Afrika’daki istihbarat üssü Nairobi’ye geldi. 15 Şubat’ta, Güney Afrika’ya uçmak üzereyken havaalanında yakalandı ve Türk özel kuvvetlerine teslim edildi.
Öcalan, İmralı Adası'na yerleştirildi ve yargı süreci başladı. Dava hızla ilerledi ve Öcalan, savunmasında PKK'nın faaliyetlerini 'hata' olarak nitelendirdi. Savcılık, şehit askerlerin ailelerini tanık olarak çağırarak duygusal bir atmosfer oluşturdu. Ancak, devlet baskısı altında kalan Kürtler ve siviller duruşmada yeterince yer bulamadı. Öcalan’ın, ya isteyerek ya da baskı altında, Kürt davasını savunma fırsatını kaçırdığına dair görüşler öne sürüldü. 29 Haziran’da, vatana ihanet suçundan dolayı ölüm cezasına çarptırıldı. Ancak cezanın ne zaman infaz edileceği belirsizdi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurulmuştu ve Cumhurbaşkanı Demirel, Türkiye’nin bu karara uymayacağını belirtti. Suriye'nin Öcalan'ı sınır dışı etmesinin ardından, Türkiye Kürt hareketine yönelik baskılarını artırdı. HADEP’in protestoları sırasında binlerce kişi gözaltına alındı, işkence vakaları yaşandı ve bazı ölümler meydana geldi. Öcalan’ın yakalanmasından sonra güvenlik güçlerinin baskısı daha da yoğunlaştı ve özellikle 1999 Newroz'u sırasında sıkı güvenlik önlemleri alındı. Türkiye'nin batı kentlerinde, Kürt mahallelerine yönelik operasyonlar ve kitlesel gözaltılar dikkat çekti.
Öcalan, Suriye'yi terk etmek zorunda kaldığı günden itibaren PKK yönetimi büyük bir krizle karşı karşıyaydı ve bu kriz, Nairobi'de yakalanmasının ardından daha da derinleşti. PKK'nin askeri kanadı, Öcalan'ın Avrupa'dan sığınma hakkı kazanma umuduna fazla güvenmişti ve bu nedenle Avrupa kanadını suçladı. Avrupa'nın, hem ABD hem de Türkiye ile doğrudan çatışmaya girmeye pek hevesli olmadığı açıkça görülüyordu. Gerillalar dağlarda savaşmaya devam ederken, Türkiye'nin sivil halkına ve turistlere yönelik yapılan küçük çaplı saldırılar, PKK'nin Türkiye'nin batısında da kaos ve yıkım yaratabileceğini hatırlattı. Ancak PKK, bu tür saldırıların tehlikeli bir oyun olduğunu her zaman biliyordu. Batı'daki bombalı eylemler, Kürt halkı ile devlet arasındaki çatışmayı toplumsal bir mücadeleye dönüştürebilirdi. PKK yönetimi, nasıl bir yol izleyeceği konusunda kararsızken, Ağustos ayı başlarında Öcalan, İmralı Adası'ndaki hücresinden PKK'ye askeri faaliyetlerin tamamen durdurulması çağrısında bulundu. Birkaç gün içinde PKK, askeri mücadeleyi sona erdireceğini duyurdu. Ancak bu durum, geriye bir ikilem bıraktı: Türk otoritesinde herhangi bir çözülme belirtisi olmadan, PKK mücadelesini başka yollarla nasıl sürdürebilirdi?
Generaller kazanmış gibi görünüyordu, ama gerçekten kazanmışlar mıydı? 1984'ten bu yana süren savaşın yıkıcı etkilerinden kimse şüphe edemezdi. 1999 yılına gelindiğinde, savaşın devlete yıllık maliyeti 10 milyar ABD dolarını bulmuştu. Çevreye, tarıma ve insan verimliliğine verilen zararlar hala büyük ölçüde hissediliyordu. Uluslararası yatırım açısından da savaş Türkiye'ye pahalıya mal oldu. Örneğin, turizm 1990'ların sonunda yıllık 8 milyar ABD doları değerindeydi; ancak 1999'da turizm %30'un üzerinde bir düşüş yaşadı. Almanya'da yapılan bir kamuoyu yoklaması, Türkiye'de tatil yapmaktan kaçınanların bomba korkusundan çok, zayıf insan hakları sicili nedeniyle caydırıldığını gösterdi. Türkiye'nin çatışma sırasında Kürtlere muamelesi, Avrupa ile gerilimleri artırdı. 1990'ların ortalarında, Türkiye'nin yaşam hakkı, adil yargılanma, işkenceden korunma ve ifade özgürlüğü gibi konularda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlal ettiği bilinmekteydi. Uluslararası Af Örgütü, düzenli olarak insan hakları ihlalleri raporları yayınladı. Buna rağmen, Avrupa Birliği Aralık 1995'te Türkiye ile Gümrük Birliği'ne girdi, fakat Türkiye'nin taahhüt ettiği reformlar gerçekleşmedi. 1997'de Türkiye, Birliğe giriş için bekleme listesine bile alınmadı. 1999'dan itibaren Avrupa Mahkemesi, Türkiye aleyhine düzenli olarak kararlar vermeye başladı ve ülkeyi köy yıkımları, işkence ve haksız cinayetler gibi ciddi ihlallerden suçlu buldu.
Türkiye, içeride de Kürt sorunu nedeniyle ciddi bedeller ödedi. Milli Güvenlik Konseyi, çatışmayı kendi üstünlüğünü korumak ve sivil yönetim üzerindeki etkisini artırmak için bir bahane olarak kullandı. MGK'nın onayı olmadan hiçbir sivil hükümet ayakta kalamıyordu. Bu durum, siyasi sürecin sekteye uğramasına yol açtı. Turgut Özal dışında MGK'ya meydan okuyabilecek bir lider çıkmadı. Özal'ın ölümünden sonra, devletin merkezinde yozlaşmış bir yapının gelişmesine izin verildi. Susurluk olayında bu yozlaşma açıkça ortaya çıktı. Olay, devletin üst düzey yetkililerinin suç faaliyetlerine karıştığını gösterdi; uyuşturucu kaçakçılığı ve ölüm mangalarının finansmanı gibi suçlar devletle bağlantılıydı.Kürt sorunu, Türkiye'nin siyasi yapısına büyük baskı uyguladı. 1950'lerden bu yana yaşanan askeri müdahaleler, toplumdaki demokratik gelişimi engelledi. 1980'lerin 'Türk-İslam sentezi' rejimi, toplumda Türk-Sünni kimliğinin merkeziyetine vurgu yaptı. Ancak Kürt isyanı, bu sentezin Türk kısmına ciddi bir meydan okuma oluşturdu. 1996'da Refah Partisi'nin koalisyon ortağı olarak yükselişi, devletin laiklik konusundaki hassasiyetlerini tetikledi. Refah Partisi kapatıldı ve yerine geçen Fazilet Partisi, Kemalist mirasa meydan okumaya devam etti. Ayrıca, Alevi topluluğu, siyasi Alevilik kimliğini kurma çabasıyla geleneksel siyasi sol ile olan bağlarını gevşetmeye başladı.
21. yüzyılın başında Türkiye, çözüme kavuşturulması gereken derin kimlik çelişkileriyle karşı karşıya kaldı. Siyasi değişimi yönetmekte başarısız olan MGK, Kürt sorununu sorgulayan sivil toplum kurumlarına sert tepki gösterdi. 1995'te Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği tarafından yapılan bir anket, Kürt kültürel kimliğinin ve PKK'ye desteğin, tahmin edilenden daha geniş olduğunu ortaya koydu. Ankete katılan Kürtlerin üçte ikisi, Cumhuriyet içinde bir tür özyönetim isterken, yalnızca %11'i ayrılmayı tercih ettiğini belirtti. Bu rapor, devletin ayrılıkçılık konusundaki söylemlerinin yanlış olduğunu ortaya çıkardı. Raporu yayınlayan Profesör Doğu Ergil, polis soruşturmasıyla karşılaştı. 1999'da TÜSİAD tarafından hazırlanan bir rapor, Kürtlere daha fazla kültürel ve dilsel özgürlük verilmesi çağrısında bulundu. Ancak, raporun MGK'nın mevcut yapısının ve gücünün sona erdirilmesi talebi, Silahlı Kuvvetler'de büyük bir öfkeye yol açtı. Bu süreçte, Türkiye'de askerî-sivil, dini-laik, Türk-Kürt ve Sünni-Alevi gibi çeşitli kimlikler arasında ciddi çatlaklar ortaya çıktı. Türkiye, bu kimlik çatışmalarını çözmeden demokratik, sosyal ve ekonomik olarak gelişmekte zorlanacaktı.